Tarih: Haziran 2012
Gazete/Dergi: Milliyet Sanat
Ünlü Rus yönetmen Aleksandr Sokurov güç dörtlemesini bu ay vizyona giren, Venedik’ten Altın Aslan Ödüllü “Faust” ile tamamlıyor.
ALEKSANDR Sokurov’un sineması, tarifi en zor sinemalardan biri. Birçok eleştirmen yazar Sokurov’u ele alırken ne olduğundan çok ne olmadığına odaklanıyor ya da en fazla dini bir metin gibi mealen ne dediğini anlatmaya çalışıyor. Yine de yönetmenin bazı karakteristik özellikleri var elbette. Mesela, bir Sokurov filminde çarpık görüntülerle karşılaşmaz iseniz eğer, makiniste dönüp nerde yanlış yaptığını sorabilirsiniz. Anamorfik görüntüler Sokurov’un alamet-i farikalarından biridir. Eğer bunu bilmiyorsanız, makinistin objektif değiştirmesini boşuna bekleyip durursunuz.
Sokurov’un sinemaya girişi epey eski. 1978’leri buluyor. Eski sosyalist ülkelerden komünist bir yönetmen çıktığı görülmüş, duyulmuş şey değildir. Varsa da biz görmedik, duymadık. Ken Loach gibi Trockist komünistler, Fernando Solanas gibi ulusal solcular hep kapitalist ülkelerden çıkar. Sokurov da eski Sovyetler Birliği’nde doğan (1951) bir aydın olarak, geleneğe uymuş ve sıkı bir anti-komünist olarak safını almıştır. Bu durum Sokurov’un istediği eğitimi görmesini ve filmler üretmesini engellememişse de bu filmleri gösterime sokması hayli sorunlu olmuştur. Hoş artık Sovyetler Birliği yok, Rusya artık kapitalist ama Sokurov için de değişen pek bir şey yok. Yine görece kolay bir biçimde filmlerini finanse edebiliyor (çünkü Sokurov’un Putin’le arası iyi) ama filmlerini yine de gösteremiyor. Hatta 2004 yılında Rus Film Akademisi’nin ”Güneş / Solntse”yi yılın en iyi filmine aday göstermesini, Rus halkının kendi adını bilip, filmlerini bilmemesini doğru bulmadığı için reddetmişti. “Filmlerim ne televizyonda ne de sinemalarda gösteriliyor, onun yerine ticari Amerikan filmleri her yeri işgal ediyorsa, varsın ‘Güneş’ aday olmasın” demişti. Yani, sistemler değişse de bazı şeyler değişmiyor.
Nick Cave’in yazısı
Biz faniler Sokurov’un ismine, beklenmedik bir başka sanatçının yazdığı bir yazı vesilesiyle aşina olduk. Bu aykırı isim Nick Cave’den başkası değildi. 29 Mart 1998’de Nick Cave, alışık olmadığımız bir şey yaptı, İngiliz Independent gazetesinin Pazar ekine ”Başından Sonuna Kadar Ağladım, Ağladm Ağladım” başlıklı bir yazı yazdı. Nick Cave ciddi bir sanat tarihi, sinema ve psikoloji bilgisine sahip olduğunu kanıtlayan bu yazıda Ana ve Oğlu / Mat i Syn” filminden yola çıkarak Sokurov’un sinemasının belli başlı özelliklerini de saptamıştı. Neydi bu özellikler? Öncelikle Sokurov sineması resim sanatıyla doğrudan bir ilişki içindeydi. Filmin her karesi Alman Romantik ressamlarından Caspar David Friedrich’in (ki Tarkovski’ye de ilham vermiştir) puslu manzara resimlerini çağrıştırıyordu. Film eleştirmenleri de Cave’le aynı kanıda olduklarını daha sonra yazdı. Sonra, diyaloglar çok da anlamlı değildi, daha çok atmosfer ve yaşanan anın duygusu ön plandaydı. Filmde pek bir şey olmuyordu. Ölmekte olan yaşlı bir kadınla oğlu bir eve gidiyorlar, oğul annesine yemeğini yediriyor, saçlarını tarıyor, sonra çıkıp biraz dolaşıyordu. Geldiğinde annesini ölmüş buluyordu. Ölenin değil, kalanın, yasa bürünenin duygusunu anlatmıştı Sokurov. Nick Cave’in müzisyen kimliğinin dışına çıkıp, sinema eleştirmenliğine soyunmasıyla, Sokurov adı çok geniş bir kitle tarafından duyuldu.
Yönetmen yine ölmekte olan iki insanın, bu kez bir baba ve oğlunun hikayesini de “Baba ve Oğlu / Otets i syn” (2003) filminde anlatacaktı. Yönetmenin ilham kaynağı ressam bu kez Turner’di. Sevgi eksikliği değil de, sevgi çokluğunu anlattığı bu iki filmlik dizi, “İki Erkek ve Bir Kız Kardeş” filmiyle bir üçlemeye dönüşecek önümüzdeki yıl.
Sokurov, üçlemeleri, dörtlemeleri seviyor. Aile üçlemesi nasıl ardı sıra çekilen filmlerden oluşmadıysa, güç dörtlemesi (tetralo ji) de birbiri ardına çekilen filmlerden oluşmadı. “Ana ve Oğlu” nu, şaşırtıcı bir şekilde Hitler’in hayatından bir kesit sunan “Moloch” izledi. Hannah Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ ya da ‘banalliği’ kavramı etrafında örülmüş gibi duran bu filmi, Lenin’in son günlerini anlatan “Taurus” takip etti. “Politika ve tarih beni ilgilendirmiyor,” diyen Sokurov’un derdi, güçlü tarihsel kişilikleri basitlikleri içinde anlatmak, bir tiyatroya dönüştürdüklerini düşündüğü hayatlarını sergilemekti. Ama bireyi tarihsel ve toplumsal çevresinden soyutlayarak ne kadar anlatabilirsiniz? Bu konuda, Sokurov, Zeki Demirkubuz’la aynı görüşte, tek farkları, farklı kaynaklara referans vermeleri. Demirkubuz “1001 Gece Masalları’nda söylenecek her şey söylenmiştir,” derken, Sokurov “İncil” de anlatılacak bütün hikayelerin anlatıldığını söyler. Sanatta yenilik imkansızdır. Sanat bitmiş bir binadır. İçine yeni bir sanatçı girebilir ama binada yapılabilecek yeni bir şey yoktur.
Politik şuursuzluk
Bu görüşlere bir yere kadar katılmak bence de akla yatkın. Nihayetinde Ödipal karmaşa gibi bir kavram da benzer bir biçimde, antik çağlardan beri aynı trajedilerin yaşandığına işaret eder. Fakat Sokurov’un, gücün doğasına dair yaptığı ‘sinematik tetralojisinde’ Hitler’i, Lenin’in, Lenin’i de Japon İmparator Hirohito’nun (“Güneş’) izlemesi, epey bir politik şuursuzluğa işaret ediyor. İki faşistin (Hitler ve Hirohito) arasında bir devrimci (Lenin) var ve Sokurov hepsini “hayatlarının kumarını kaybeden büyük kumarbazlar’ başlığı altında birleştiriyor.
Dörtlemenin son filmi olan “Faust”, Sokurov’un bugüne kadar sinema festivallerinde elde ettiği en büyük başarıyı yakaladığı filmi oldu. “Faust” un Venedik’te Altın Aslan’ı kazanmasına hayret edenler olduğu gibi, jüri başkanı Darren Aronofsky gibi hayatlarının filmi olduğuna, seyrettikten sonra hayatlarının değiştiğine inananlar da var. “Faust” anonim bir halk hikayesinden kaynaklanıyor. Yazılı ilk versiyonları 1587’ye uzanıyor. Christoph Marlow, 1593-94’te “Doktor Faustus” adlı eserini yayımlıyor. Filme temel teşkil eden eser ise, yaratım süreci Johann Wolfgang von Goethe’nin neredeyse bütün hayatına yayılan ve 1832’de tamamlanan meşhur “Faust”u. Sokurov’unki serbest bir uyarlama, Goethe’nin eserinin daha çok ilk bölümüne dayanıyor. “Faust”un, Sokurov’un genel çizgisinden farklı bir yanı var, o da filmin çok yoğun diyalog içermesi ve durdurak bilmeyen kamera hareketleri. Filmin kameramanı Bruno Delbonnel’in filmografisinde “Amelie” ve “Harry Potter ve Melez Prens / Harry Potter and the Half-Blood Prince” gibi filmler var. Sonuçta kolay izlenen bir film değil “Faust”, insanı sarhoş eden bir yanı var. Fakat, gerçekten de garip, açıklanması zor bir rüya gibi insanın aklında kalıyor film. Zaten rüyaya benzerlik de Sokurov filmlerinin temel özelliklerinden biri.
Dörtlemenin özünü Sokurov, Goethe aracılığıyla şöyle ifade etmiş: “Kötülük yeniden üretilebilir bir şeydir ve Goethe bunu şöyle formüle etmiştir: ‘Mutsuz insanlar tehlikelidir’.” Hayatında hiç komedi filmi yapmamış ve gülümseyen bir resmine pek de rastlanmayan Sokurov için de aynı şey söylenebilir belki. Ya da belki de insanlığın büyük çoğunluğu için..