TARİH: 25 Aralık 2010
GAZETE/DERGİ: Birgün
“Hırsızlar Şehri” bir hırsız-polis filmi, adının da çağrıştırdığı gibi. Ama yönetmeni ve başrol oyuncusu Ben Affleck bir önceki filminde (Gone Baby Gone-Kızımı Kurtarın) yaptığı gibi bu filminde de, sosyal bir kaygısı olduğunu sezdiriyor. Bir defa suçun belli bir mahallede yoğunlaşmasıyla o mahalledeki yoksulluk ve sosyal devlet harcamalarının azlığı arasında bağ kuruyor. Mahalle dediğimiz yer Boston’ın Charlestown denilen bölgesi. Burada (mesela) bir buz pateni/hokeyi pisti var ama belediye pistin bakımına para ayırmadığı için pist amacına uygun kullanılamıyor. Bu pist filmin başında da, finalinde de karşımıza çıkarak, sosyal devletin yokluğu ile suç arasındaki ilişkinin altını çiziyor.
Film Brecht’in kimi sözlerini de akla getiriyor. Filmin kahramanı bir banka soyguncusu ve film açıkça soyguncudan yana tavır alıyor, bankadan ya da güvenlik güçlerinden yana değil. Banka kurmak dururken banka soymak nedir ki dememiş miydi Brecht? Bir de ne kadar korkutucu ve güçlü olursa olsun her makineyi, her düzeneği çalıştırmak için en azından bir insan gerektiğini söylemişti. Filmde bankanın çok, çok kalın kapağı da onun şifresini bilen insan kadar güçlü, onun kadar dayanıklı. Bankanın müdürü kapağı açmaya karar verirse, kapak ne kadar kalın olursa olsun, içindekini saklayamaz. Nitekim saklayamıyor. Düzen de onu çalıştıranlara bağlı sonuçta. Onlar sürmesine başkaldırmadıkları sürece var.
Bütün bu dediklerimden filmin toplumsal gerçekçi bir film olduğu sonucu çıkabilir. Pek öyle sayılmaz. Başta da dediğim gibi bu sosyal kaygı var ama anlattıklarımın ötesinde başka bir şey de yok. Filmin asıl eksenini hırsızlar ve polisler arasındaki kaçma kovalamaca ve bir tür Stockholm Sendromu diyebileceğimiz bir aşk hikâyesi oluşturuyor. Doug (Ben Affleck) hırsızlık hayatını geride bırakmak istiyor ama ya arkadaşları ya da mafya babası onu her defasında yeni bir işe sürüklüyor. Bu arada bir soygun sırasında kaçırdıkları Claire’e (Rebecca Hall) aşık oluyor Doug. Claire de kendisini kaçıran adam olduğunu bilmediği ya da bilmek istemediği Doug’a aşık oluyor. Doug, Claire’le ilişkisini nasıl çözecek ve polisten nasıl kurtulacak? Ve de bu düzen bir nebze de olsa değişecek mi? Hepsinin cevabı sinemada.
Filmde bir zincirleme kastre etme olayı var ki değinmeden geçemeyeceğim. Doug’ın babasıyla ve babasının babasıyla (burada mafya babası oluyor)bir sorunu var. Babasıyla sorunu, babasının annesinin gidişine göz yummuş olması. Burada aklıma Çakal filmi gelmedi değil. Sonradan öğreniyoruz ki hem Doug’ın hem de Doug’ın babasının ortak bir mafya patronları/babaları var. Mafya babası kendisinden bağımsızlaşmak isteyen Doug’ın babasını kendi deyişiyle kimyasal maddeler kullanarak hadım ediyor: yani Doug’ın annesini eroine alıştırıyor. Doug da babasını hadım eden mafya babasını hadım ederek intikamını alıyor. Yine aklıma Çakal geldi. Babaların değil de oğulların babaları hadım etmesiyle biten bu filmlerde bütün karanlıklarına rağmen bir umut var.
“Hırsızlar Şehri” bütün ilginç temalarına rağmen, sıradan bir film olmanın çok ötesine gidemiyor. Film bittikten sonra etkisi de kısa sürede yok oluyor. Çünkü kaçma kovalamacaya verilen özen karakterler ya da çevre-birey ilişkilerinin araştırılmasına verilmiş değil. Ama film fena da sayılmaz sonuçta.