TARİH: 19 Temmuz 2014
GAZETE/DERGİ: Birgün
Ermenistan diye bir ülke var mıymış? Erivan’daki ilk günlerim boyunca neden Ermenistan’da olduğumu anlamıyorum? Cevabını bilmiyorum. Erivan’ın merkezi herhangi bir Avrupa ülkesi gibi modern ve zengin. Belki de yoksul bir şehir bekliyordum, öyle duymuştum. Belki Ermenilerin bir ülkesi olduğunu bilmeden yetiştim, okulda sınıf arkadaşlarımın bazıları Ermeniydi, aynı ülkede yaşıyorduk, Türkçe anlaşıyorduk. Ermenilerin kendilerine ait bir ülkeleri olabileceğini düşünmek bu yüzden garip mi geliyordu? Ermeniler arasında yabancı olmak mı tuhaf geldi bana? Bilemiyorum, belki de bambaşka bir şey bana bu hissi yaşatan. Belki de iki ülkeyi birbirinden ayıran sınırları anlamakta güçlük çekiyorum. Hem de en sertinden bir sınır, kapalı bir sınır!
Konuşmak gerek. Arada sorunların olması ilişkileri dondurmak için değil tam tersine sıklaştırmak için bir neden olmalı. Konuşuluyor da. Biz konuştuk. Hrant Dink’in dediği gibi kanlarımızdaki zehiri akıtmamız lazım. Bu da ancak ilişkiyle, diyalogla olabilir. Çok zor da olsa, başka yolu yok.
Hrant Dink Vakfı’nın Türkiye-Ermenistan Gazeteci Diyalog Programı’nın konuğu olarak Erivan’dayım. Gezinin diğer konukları Burcu Karakaş (Milliyet), Cansu Karadan (CNN-Türk), Cem Erciyes (Radikal), Erkam Emre (Zaman), Lora Sarı (Agos), Melis Behlil (Açık Radyo), Senem Aytaç (Altyazı) ve Vildan Ay (Haber Türk TV). Vakıftan Nayat Karaköse ve Nanée Malek-Stanians toplantıları, yemekleri, kısacası her şeyi organize ediyorlar bizim için.
TV kanalları, sivil toplum kuruluşları, AB’nin Ermenistan temsilciliği ve Taşnak Partisi’ni (Dashnaktsutyun Party) ziyaret ediyoruz. Sanatçılarla ve sivil halkla konuşuyoruz. İnkar edilemeyecek gerçek şu: Ermeniler geçmişten dolayı kırgın, kızgın ve öfkeliler. Hiç olmadı mahzunlar. Kendilerini mağdur hissediyorlar. Geçmişlerinden koparılmış hissediyorlar kendilerini. Ülkelerinden, atalarından, kültürlerinden uzak düşmüşler. Penceresinden baktığımız ve bizi görünce hemen içeri davet eden berber “Selamın aleyküm” diyor ve nerden geldiğimizi soruyor. Biz “Türkiye” deyince, “sizin atalarınız, bizim atalarımızı kesti” diyor, kederli. Ama düşmanca değil.
Bir akşam bir bara gidiyoruz. DJ’le sohbet ediyorum. Bana Türk psychedelic (saykedelik okunur, saykodelik bilinir) müziğini, özellikle de Erkin Koray ve Selda Bağcan’ı çok sevdiğini söylüyor. Ama çalamadığını çünkü başka bir DJ’in Türkçe müzik çalmaya kalkınca işinden olduğunu söylüyor. Nanée’den rica ediyorum, o da barın sahibinden rica ediyor ve hatırımız için bir parçalık Türkçe çalma izni çıkıyor DJ’e. Erkin Koray’ın ‘Esterabim’ini çalıyor o da. Türkiye-Ermenistan ilişkileri için tarihi bir an olmasa da bar için kesinlikle tarihi bir an. İlk defa bir Türkçe şarkı eşliğinde eğleniyor insanlar. Bu da benim küçük katkım olsun ilişkilerimize.
Konuştuğum insanlarda Karabağ konusunda milliyetçi tutum egemen. Peki ya Karabağ çevresindeki işgal edilmiş Azeri bölgesi ne olacak dediğimde, aldığım cevap ya “Oranın tampon bölge olarak tutulması güvenlik için şart” ya da “Oralar zaten eskiden bizimdi” oluyor. Ama yine de bir çözüm olmalı ve bulunmalı. Ve bu ancak konuşmayla olacak.
Gezimiz Altın Kayısı Erivan Film Festivali’ne denk geldiği için, sinemayla da ilgili bir ziyaret oluyor bu. Ermenistan Türkiye Sinema Platformu da 12. kez bir araya geldi Erivan’da; geçen yılın desteklenen filmleri ‘Ziazan’ (Derya Durmaz) ve ‘Diyar’ (Devrim Akkaya) gösterildi, desteklenecek yeni filmler seçildi. Projesi ödül alanlar Sevda Usanoğlu (Bulanık Pastel Bir Resim) ve Mesut Tufan (Çuhacıyan’ın İzinde) oldu.
Az da olsa film de izleyebildik. Paradjanov’un ‘Unutulmuş Atalarımızın Gölgesi’ filmi ustanın şiirsel sinemasından bir Romeo-Jülyet hikayesi anlatıyordu. Kimi zaman zorlasa da özel bir filmdi. Paradjanov Müzesi ise en az filmleri kadar ilgiçti ustanın. Kesinlikle görülmesi gereken yerlerden biri. Tavizsiz bir sanatçı olan Paradjanov üstelik de biseksüel olunca (gerçi rehberimiz katiyen öyle değildi diyor) sistemin gazabına uğramış. Rehberimize göre Paradjanov’un hapse atılmasının nedeni özgürlükten yana olması ve sinemasında ulusal öğelere yer vermesiydi.
Dietrich Brüggemann’ın Berlin’den ödülle dönen filmi ‘Hacın Durakları’ minimalist sinemanın iyi örneklerindendi. Cristian Mungiu’nun ‘Tepelerin Ardında’sı, Ulrich Seidl’ın ‘Cennet Üçlemesi’nin ‘İnanç’ ayağı ve Haneke’nin ‘Beyaz Bant’ filmleriyle birlikte düşününce Hıristiyanlığın yükseldiğini ve sinemacıların buna tepki gösterdiklerini düşündük. Film yeniyetme bir genç kızın, dinsel dogmaların etkisiyle kendi hayatından vazgeçmesini anlatıyor.
Son olarak 1988’de depremin sarstığı Gümrü’ye dair bir şey söylemek isterim. İnsanı hüzünlendiren bir yanı var bu kentin, çok güzel ama terk edilmiş gibi. Erivan’dan çok daha yoksul ve çok daha otantik bir yer. Burada Kars’tan önceki son tren istasyonunu gezdik. 1993’ten beri tren uğramayan istasyonunun hala bir bekçisi var. Olur da sınır açılırsa hazır bekliyorlar. Sınır açılsın, Gümrü canlansın. Kars’ın da Gümrü’nün de, Ermenilerin de Türklerin de buna ihtiyacı var.
*Hayestan veya Hayastan Ermenistan’ın Ermenice’deki adı.