TARİH: 16 Ocak 2016
GAZETE/DERGİ: Birgün
İngiliz sinema sektörü her yıl piyasaya İngiltere tarihinden özenle derlenmiş birkaç film sunar. Bu sayede İngiltere’nin ya da doğru terimiyle Birleşik Krallık’ın krallarını, kraliçelerini, prenseslerini, başbakanlarını, gay cemaatlerini, isyancı madencilerini tanıma fırsatı buluruz. Aman da ne şirin şeylerdir hepsi de! Tabii arada sorunlar, sürtüşmeler filan yaşanır ama ne gam! Sonunda her şey mutlu sona ulaşır. Bütün sorunlar bir takım önyargılardan, yanlış anlamalardan, hadi belki bazı kötü adamlardan ibarettir. Çözülmeyecek mesele yoktur. Her şey bir kimlik sorununa indirgenir, asıl sorun olan sınıfsal çelişkiler arka plana atılır.
Diren 1912’de başlıyor. Kadınlara, erkeklerle eşit oy hakkı isteyen süfrajet (suffragette) hareketi küçük çaplı terör eylemleri yapmaktadır. Şimdi, burada bir durmak ve bir soru sormak lazım: Erkeklerle eşit oy hakkı istemek, ne anlama geliyordu o dönemin İngilteresi’nde? Bütün erkekler oy verebiliyorlar mıydı? Maalesef hayır! İşçiyseniz, yoksulsanız oy veremiyordunuz! Belirli bir statünüz olması gerekiyordu toplumda. Peki süfrajet hareketi ne istiyordu? Belirli statüdeki varlıklı kadınlara oy hakkı istiyordu, yani eğer oy verme hakkı olan erkeklerle aynı statüdeyseler, o statüdeki kadınlar da oy verebilmeliydi. Yoksa, yoksul, zengin ayırt etmeden herkese oy hakkı istemiyorlardı. Diren filminin zurnası burada zırt ediyor. Ve anlattığı hikâye tümüyle boşluğa düşüyor.
Çünkü Diren bize ayrıcalıklı kadınların oy hakkı mücadelesine katılan yoksul bir işçi kadının hikâyesini anlatıyor. Maud Watts (Carey Mulligan) kocasıyla birlikte bir çamaşırhanede çalışıyor. Zaten orada doğmuş, orada büyümüş. Yedi yaşında yarı zamanlı, 12 yaşında tam zamanlı çalışmaya başlamış. Babasını bilmiyor ama babasının oradaki tacizci ustabaşılardan biri olma ihtimali yüksek. Maud’un oğlu ve kocasıyla iyi bir ilişkisi var başlarda. Ama Maud işyerindeki bir süfrajetin etkisine girince hızla hareketin içine çekiliyor. Bu durum ailesinin çözülmesine, sık sık hapse girmesine vs yol açıyor.
EŞİTLİK KİMİN UMRUNDA
Süfrajetlerin başını Emmeline Pankhurst (Meryl Streep) adlı burjuva bir kadın çekiyor. Maud’la, Emmeline arasındaki eşitsizlik, Maud’un işyerindeki işçi erkeklerle arasındaki eşitsizliğe kıyasla çok daha devasa boyutta. Ve o dönemin kadın hakları hareketinin umurunda değil bu eşitsizlik. Ve Maud’un gerçekte bu hareket içinde olması akla yatkın değil, hatta imkânsız. Tabii o dönemde sosyalistler de var ve bugünkünden çok daha etkinler. Ne de olsa Sovyet devriminin yaklaştığı yıllardayız. Ve Maud gibi duyarlı bir kadının herkese eşitlik isteyen bu harekette yani sosyalistlerin yanında yer alması asıl akla yatkın olan. Ama tabii ki bu ihtimal özenle filmin konusu dışında kalıyor. Emmeline Pankhurst, hayatının ilerleyen yıllarında Muhafazakâr Parti’ye katılıyor, milliyetçi ve savaş yanlısı propagandalar yapıyor; bir başka kadın hakları savunucusu lideri ırkçılığa kadar taşıyor bu çizgiyi. Ama bunlar da filmi ilgilendirmiyor. Pankhurst’ü anaç, güler yüzlü ve kararlı bir lider olarak görüyoruz.
Kimlikçiliğin sefaletine iyi bir örnek Diren. Kimlik mücadeleleri elbette işlevsel de oluyor ama ufkunu genişletemediği müddetçe gerici konumlara da rahatlıkla düşüyor. Kimlikçi bir siyasetçi Malala’ları kurtarmak için Afganistan işgalini savunabilir ve böyle şeyler oluyor da. Afgan kızın National Geographic’teki resmine bakıp, iç geçirilebilir ama Afgan delikanlı sadece olası bir teröristtir.
Batılıların kendilerine pek yakıştırdıkları, Doğulu ezilen kadını kurtarmaya yönelik bu şövalyece duygunun, Mustang filminin Batı’daki olağanüstü başarısında rolü olduğunu da düşünüyorum. Ama bu başka konu.
İKNA EDİCİ DEĞİL!
Diren, bütün bunların dışında vasat bir film. Çok fazla yakın plana gömülüyor ve karakterin gelişimini jet hızıyla gerçekleştiriyor. İkna edici de olmuyor. Hele bir de babacan polis şefi var ki, nerdeyse işini gücünü bırakıp, Maud’un başının derde girmesini engellemek için çabalayacak! Hadi be! Diren’in senaryosunda Thatcher’a son derece sempatiyle bakan Demir Leydi filminin senaristi Abi Morgan’ın imzası var! Ne iş olsa yaparızcı bir senarist demek ki Morgan. İşçi anlatılacaksa işçi, faşist anlatılacaksa faşist anlatılır!
Yine de süfrajetlerin kadınların oy hakkı için verdiği mücadeleye saygı duyuyoruz. 1928’de İngiltere’de herkese eşit oy hakkı geliyor. Sovyet devrimi bunu 11 yıl önce 1917’de gerçekleştiriyor. Türkiye Cumhuriyeti de son derece hızlı; 1934’te kadınlar eşit oy hakkına kavuşuyor! Şimdi bu hakkı kullanan bazı kadınların, kadınları ikinci sınıf gören erkek bir liderin götünün kılı olmayı seçmiş olmaları ne acı!