TARİH: 23 Mayıs 2012
GAZETE/DERGİ: Birgün
Cannes’da katı bir sınıfsal ayrım var. Bir tür kast sistemi denilebilir. Ben günlük bir gazeteye yazmama rağmen Cannes’da fazla kıdemli olmadığım için en alt kasttayım. Bu da yağmur ve fırtına altında 1 saat sıra beklemek demek olabiliyor. Dün Kiarostami’nin filmine yağmur altında 1 saat bekledikten sonra zar zor girdim.
Çok yoğun bir gündü bugün: Ken Loach’tan “Meleğin Payı” (Angel’s Share), Thomas Vinterberg’den “Av” (Jagden), Alain Resnais’den “Henüz Bir Şey Görmedin” (Vous N’avez Encore Rien Venu) ve Michael Haneke’den “Aşk” ya da “Sevgi”yi (Amour) aynı gün gördüm. Bir de dün gece gördüğüm ve henüz yazmadığım Abbas Kierostami’nin “Aşık Biri Gibi”si var. Ve basın odasının kapanmasına az zaman kaldı. Cannes çok yorucu geçiyor, bunda şaşılacak bir şey yok. Fakat kötü hava şartları hastalanma olasılığını da gündemimize soktu. Cannes’da katı bir sınıfsal ayrım var. Bir tür kast sistemi denilebilir. Ben günlük bir gazeteye yazmama rağmen Cannes’da fazla kıdemli olmadığım için en alt kasttayım. Bu da yağmur ve fırtına altında 1 saat sıra beklemek demek olabiliyor. Dün Kiarostami’nin filmine yağmur altında 1 saat bekledikten sonra zar zor girdim.
Şimdi hızlı ve kısaca filmlerden söz edeyim. Kiarostami’nin filmi beni şu ana kadar görsel olarak en çok etkileyen film oldu. Mizansenler, görüntü yönetimi mükemmeldi. Yaşlı bir akademisyenle bir eskort kızın hayatından küçük bir kesit sunuyor film. Kızın, kızın nişanlısının ve akademisyenin sevgi arayışı sonunda küçük çaplı bir savaşa dönüşüyor. Ustaca yönetilmiş, ustaca anlatılmış ama nihayetinde yarım kalmış izlenimi veren bir film “”Aşık Biri Gibi”. Sanki Kierostami’nin sırrına vakıf olamadığım gibi bir his kaldı içimde.
Ken Loach yine yoksul, suça eğilimli, eğitimsiz yani kısacası lümpenlerin hayatına dair bir masal anlatmış. Oldukça hafif ve oldukça da komik bir hikaye bu. Cannes’ın yorgun gazeteci kitlesinin kalbini çaldı Loach. Filmin kahramanı Robbie kamu hizmetine mahkum ediliyor. Robbie’nin kanlıları var. Bir de hamile sevgilisi ve sevgilisinin Robbie’den hiç hoşlanmayan babası. Robbie nasıl kurtulur? Brecht olsaydı kurtulamazdı derdi ama Loach’un seyircisini üzmeye hiç niyeti yok. Bir viski (evet viski!) hırsızlığı ile macera filmi sularına dalan film, iş, ev ve aile diyerek mesajını veriyor. Hoş fakat ve ben kendi adıma Hong Sangsoo’nun “Başka Bir Ülkede”sini tercih ederim, komedi söz konusuysa.
Thomas Vinterberg “Av”da pedofili suçlamasına maruz kalan masum bir adamın hayatının nasıl kaydığını anlatıyor. Mads Mikkelsen ana okulu öğretmeni Lucas’ın acısını ve uğradığı haksızlığa duyduğu öfkeyi başarıyla canlandırıyor. Film kendisini ilgiyle izletiyor. Ama filmin derdi ne pek anlaşılamıyor. Toplumsal ilişkileri mi eleştiriyor? Eleştiriyorsa ne diyor yani? İnsanlar 4-5 yaşında bir kıza inanamaya neden bu kadar meyilli? Kimsenin kimseye güvenmediğini mi söylemek istiyor. Bilemedim. Olayların kadınların başının altından çıkması dikkate alınması gereken bir ayrıntı mı, ona da karar veremedim. “Av” sıkmıyor ama adını tam koyamadığım bir sevimsizliği var.
Michael Haneke’yi sevmiyorum. “Aşk” ya da “Sevgi”sini de sevmedim. Ölmekte olan yaşlı bir kadın ile ona fedakarca bakan kocasının hikayesi elbette dokunaklı. Ama nedir yönetmenin o genç kuşağa duyduğu nefret? Nedir bu parmak sallama, azarlama tavrı? Haneke parmağını ne kadar sert sallarsa, hayranları da o kadar hizada durur zaten. Böylece geçinip giderler. Çok da fanatiktirler, şimdi hemen nefret mailleri atmaya soyunmuştur bazıları.
Alain Resnais’yi es geçebeiliriz. Yarın buluşmak üzere…