TARİH: 4 Aralık 2010
GAZETE/DERGİ: Birgün
Av Mevsimi
Bu yıl başında bir ensest fantezisi olarak nitelendirdiğim ‘Ejder Kapanı’nı seyretmiştik. Ejder Kapanı cinayet masasında çalışan üç polis arasındaki ilişkileri işliyordu temelde. Komiser iki genç polisin sembolik babası konumundaydı.
Av Mevsimi’nde de benzer bir üçgen var. Yine ‘baba’ konumunda yaşlı bir cinayet masası komiseri var (Şener Şen; ‘Ferman’)). Asi bir Laz olan İdris (Cem Yılmaz) onun büyük oğlu konumunda (bu baba-oğul ilişkisi basın bülteninde de vurgulanıyor). İdris, hem babanın otoritesine saygılı olmaya çalışıyor hem de sık sık başına buyruk davranarak babanın yerinde gözü olduğunu ortaya koyuyor. İtaatle, isyan arasında sürekli gerilim halinde yaşayan İdris, bu gerilimini şiddete dökmekten de çekinmiyor. Babanın emniyet teşkilatı içindeki lakabı ise ‘avcı’. İdris de avcı olmak için elinden geleni yapıyor. Bu ikiliye bir genç ekleniyor bir gün. Hasan (Okan Yalabık)bu iki av meraklısı arasında aykırı bir yerde duruyor. Hasan bir entelektüel, yumuşak bir erkek. Ama zekası ve bilimsel birikimiyle yine de İdris için bir rakip. Hasan’ın tercih edilen oğul olma ihtimali, İdris’in, babasının (Ferman’ın) sevgisini kazanmak için onunla rekabet etmesine yol açıyor.
İdris diğer konularda olduğu gibi eski karısıyla da gerilimli, sallantılı, arada kalmış bir ilişki sürüyor. Karısına sahip çıkamamış, yanında kalmasını sağlayamamış ama onun uzaklaşmasına izin de vermiyor. İdris’in karısını öldürmesiyle onunla sevişmesi arasındaki sınır belli belirsiz. Aynı anda karısının köpeği de olabilir, katili de. İdris’in her ilişkisi böyle, o tam anlamıyla sınırda yaşıyor.
Çaylak polis Hasan’ın da bir nişanlısı var. Zengin bir işadamının, et işiyle uğraşan bir kapitalistin kızıyla nişanlı. Hasan’ın baba figürleri bir değil, iki tane yani. Hem nişanlısının babası yani müstakbel kayınpederi var, hem de işteki patronu Ferman. Hasan ikisini de aşabilecek gibi durmuyor hayatta. Ya evlenip içgüveysi olacak ya da büyük abisinin (İdris’in) gölgesinde kalacak gibi. O ‘abi’ ölse de bu sefer ölüsünün gölgesi Hasan’ı yalnız bırakmayacak. Cinayeti kendisi işlemişçesine, ölümün kokusunu ellerinden çıkaramayacak (tıpkı Arabistan’ın bütün parfümleriyle ellerindeki kan kokusunu çıkaramayan Machbeth’in kahramanları gibi, ki Shakespeare de filme malzeme oluyor bir ara).
Filmin bir diğer babası daha var: Battal Çolakzade (Çetin Tekindor)! Battal Çolakzade adı manidar! Büyük, işe yaramaz ve sakat! Eşkıya’nın kötü adamı da sakattı, tekerlikli sandalyeye ve solunum aygıtlarına mahkumdu! Kör gözüm parmağına sembolizmleri seviyor Yavuz Turgul. Kötüler eksik olur! İç dünyalarındaki yoksunluk bir şekilde dışa vurur…
Komiser Ferman gibi Battal da bir avcıdır. Ferman’a göre ikisi arasındaki fark avlarına acımaları ya da acımamaları arasındadır. Ama Ferman’ın da avına acıdığı söylenemez. Avını ölüme sürüklerken aşağılamayı da ihmal etmez.
Bu güçlü avcılar ve avlar dünyasında gençlere düşen ya ölüm ya da delirmedir. Avcı olmayı başaramayan yok olmaya mahkumdur. Ne av ne de avcı olmak gibi bir seçenek filmin dünyası içinde bir yere sahip değil. Kötü avcılara karşı görece merhametli avcıların, kötü patriyarklara karşı iyi patriyarkların kayrıldığı bir dünyadayız. Kesen (ya hayvanların etlerini ya da insanların kollarını, bacaklarını, organlarını), kastre eden zenginlerin, kapitalistlerin iktidarına bir öfke var filmde. Ama iyiler-kötüler eksenine sıkıştırdığı bu iktidarın kendisini sorgulayan bir yan yok.
İlginç olan ve başka türlü biçimlerde de sinemada kendisini gösteren şöyle bir durum var: genç erkeklerin büyüme sorunu! Filmin, babanın konumunu alması beklenen iki genç erkeği de sonuçta harcanıyor. Geçen hafta erkekliğin krizi dediğim şey yine kendisini gösteriyor! Genç erkekler avcı olmayı başaramadıkları gibi, başka bir alternatif de geliştiremiyorlar.
‘Av Mevsimi’ başka filmlerden fırlamış sahnelerle dolu. Birçok gelişme önceden tahmin edilebilir nitelikte. ‘Filmdeki karakter tabancayı ağzına sokarak mı tetiği çekecek yoksa şakağına dayayarak mı?’ Bir sahne sırasında kendimi bunu düşünürken buldum. Tahminim doğru çıktı, tabancayı ağzına soktu. Bu kadar öngörülebilir gelişmelerle dolu film. Özellikle Amerikan polisiyelerinin büyük izi var ‘Av Mevsimi’nde. Başlangıçtaki sulak alanda dolaşan kamera o kadar klişe bir gerilim filmi havası taşıyor ki! Steril ve stilize bir kirlilik içeren bu planda filmin geri kalan tonu da kendisini hissettiriyor. Filmin bu stilize hali kabul edilebilir olurdu, eğer amaç filmin kendisine ait suni bir dünya kurmak olsaydı. Ama amaçlanan bana öyleymiş gibi gelmedi. Çok fazla güncele dokunan (Karabulut cinayeti, etnisitelere duyulan ilginin Laz karakterle ifadesini bulması)yanlarıyla film gerçekçi olma iddiasında. Fakat emniyet teşkilatı içindeki fazlasıyla kibar ilişkileriyle filmin ciddi bir ikna sorunu var. Sadece bu da değil tabii. Hemen hemen her anında bir ikna sorunu var filmin. En başta temel entrikası olmak üzere. Durum böyle olunca seyirciye bir duygu da geçmiyor filmden. Oyuncular da akılda kalacak bir ayrıntı katamıyorlar karakterlerine. Cem Yılmaz’ın, ‘Cem Yılmaz’ olduğunu unutturamama gibi bir sorunu var. Teşkilattaki arkadaşlarına şarkı söylediği/söylettiği sahnede Cem Yılmazlığını unutturmak yerine besliyor üstelik. Biz o el hareketlerini şovlarından da tanıyoruz Yılmaz’ın.
Sonuçta Yavuz Turgul sinemamızın en iyi avcı yönetmenlerinden biri. Seyirci avlamada ‘Eşkıya’ ile tarih yazmışlığı var. Bu kez turnayı gözünden vurabildiğini düşünmüyorum. Ama kim bilir? Usta bir avcıyla karşı karşıyayız ve çıkardığı işi beğensek de beğenmesek de profesyonelce olduğu kesin.
Filmin konusundan neredeyse hiç söz etmemişim: Bir genç kızın kesik kolu bataklık, sulak bir yerde bulunur. Emekli olmak üzere olan yaşlı bir komiser, iki genç polisle olayın peşine düşer. Gençler arasındaki uyuşturucu sorunundan, töre cinayetlerine kadar çok sayıda güncelliğe dokunan film, zenginin yoksulu her açıdan sömürdüğü karmaşık bir cinayetin çözümlenmesi sürecini anlatıyor.