TARİH: 29 Aralık 2012
GAZETE/DERGİ: Birgün
“Aşk”ı ilk seyredişimden 7 ay sonra ikinci defa izledim. Bu arada film üzerine yazılar okudum. Ayrıca, “Saklı”yı (bir daha) seyredip, bir grupla birlikte analiz ettik. Şimdi, yeni bir yazı yazmak lazım.
Haneke Brectyen yöntemler kullanır, yabancılaştırır. Ama Brecht’le aynı ideolojik çizgide değildir. Brecht sosyalistti. Haneke ise bir ahlakçı. Sanatla uğraşmanın alternatifi Brecht için olsa olsa doğrudan politika yapmak olurdu, Haneke’nin aklına gelen alternatif ise Albert Schweizer gibi Afrika’da misyonerlik yapmak. Ama “aziz değilim” diyerek bu seçeneğin olanaksızlığını ifade ediyor Haneke (Sight&Sound, Aralık 2012). Ama yine de sinemasında kendisine yön veren duyguyu anlatırken Brecht’in bir şiirini alıntılıyor. Brecht söz konusu şiirinde dünya üzerinde bu kadar dehşet yaşanırken, bunlardan söz etmemenin, gülücükler saçmanın imkansızlığından söz ediyor. Haneke de, dünya üzerindeki kötülüklerden söz etmezsek suç işlemiş oluruz diyor.
Fakat yabancılaştırma yöntemini kullanıyor demekle Haneke’nin son halini anlatmış olmayız. “Aşk”ı yapan Haneke, yabancılaştırmaktan giderek uzaklaşan, giderek daha düz bir anlatıma, kendi tabiriyle Brecht’ten çok Çehov’a yönelen biri. Yeni Haneke, eskiden yaptığı modellere (Yedinci Kıta’yı model sinemasına örnek vermiş), çözümlere inanmıyor. Hayatı karmaşıklığı ve çelişkileri içinde yakalamayı amaçlıyor. Haneke bu yaşında değişmeye devam ediyor!
“Aşk” a dair ilk yazılarımdaki tepkiselliğimde galiba eski Haneke’ye yönelik tepkilerimin de rolü vardı. Haneke’deki ahlakçılığa, seyircisini de azarlayan ve suçlayan tona açıkçası öfke duyuyordum. Yabancılaştırmanın çok da taraftarı olmadığımı daha önce belirtmiştim. Mesela “Saklı”da ayağımın altındaki halının sürekli çekiliyor olması, filmin sürekli kendi üzerine düşünen hali beni yıldırıyordu. “Hikaye anlatmayı bu kadar dert ediyorsan, anlatma be birader”, diyesim geliyordu. “Beyaz Bant”taki faşizmi açıklama tarzı, “masum değiliz, hiç birimiz”cilik diye tanımlayacağım çok manalı görünen ama nihayetinde manasız şey, Haneke’nin şimdi eleştirdiği “model” yaratmanın tipik örneğiydi. Ve Haneke’nin burjuvazi eleştirilerinde bana en politik halinde bile apolitik gelen, metafizik bir şeyler vardı.
“Aşk” farklı bir Haneke filmi. Daha az model, daha çok hayatın kendisi. Ama tabii ki eski Haneke’yle alakası olmayan bambaşka bir film de değil. Farklılıkla birlikte süreklilik de var. Kadınla erkek hep aynı adı taşır Haneke filmlerinde: Georges ve Anne Laurent. Yine öyle. Müzikle iştigal ederler ya da müzik severler, Haneke’nin annesi ve babası gibi. “Aşk”ta da öyle. “Aşk”taki ev Haneke’nin anne ve babasının evinin aynısıymış. Dışarıyla sınırlı ve sıkıntılı bir bağ içinde olan, içine ya da evlerine kapalı aydın burjuvalar Laurent’lar…
“Aşk” faşizm ya da Fransa’nın sömürgecilik tarihi gibi politik konulara girmiyor “Saklı” ya da “Beyaz Bant” gibi. “Aşk” bir çiftin son günlerini anlatıyor. Seksenlik Anne ve Georges, konserlerine giden, kitaplarını okuyan mutlu sayılabilecek bir çiftken, nasıl ölümün pençesine düşerler, film bunu anlatıyor. Anne, eve girmeye yeltenen bir hırsızın tetiklediği bir beyin kanamasıyla birlikte sonun başlangıcını yaşamaya başlar. Haneke bize Anne’in nasıl “gurur”u mesele eden bir kadın olduğunu baştan söyler. Konserine gittiği eski öğrencisiyle gurur duymaktan utanır Anne. Ve bu aşırı gururlu kadın giderek bedeninin kontrolünü yitirir. Yitirdikçe, kendisinden ve başkalarından daha az hoşlanır, çünkü insan ilişkilerinde gururu zedelenmektedir. İntihar etmek ister, beceremez. Georges ise büyük bir bağla Anne’a yardım etmeye çalışır. Çiftin kızı ve damadı, Anne’in bakımına dair bütün yükü Georges’a yüklemiş olmaktan dolayı suçluluk duyarlar ama yapıcı bir önerileri yoktur ve can sıkıcı konuşmalar yapmaktan öteye gitmezler. Anne’in eski öğrencisiyle ilişkisi de bir güç savaşı şeklinde cereyan eder. Eve gelen hizmetçi duyarsızdır. Bir tek kapıcı kadınla, erkek olumsuz bir davranışta bulunmazlar. Ama Georges onlarla ilişkisini de hep sınırlı tutar, konuşmayı hep kısa keser. “Herkes kendi evine!”, der gibidir.
Filmin ilk sahnesinde Anne’in ölü bedenini görürüz. Anne’in ölümü seyirci için sürpriz değildir, yaşlı ve ağır hasta birisinin ölümü zaten sürpriz değildir hiçbir zaman. Ama nasıl öldüğü de bana kalırsa sürpriz değildi. Çünkü Haneke filmlerinde hep böyle bir an vardır, şiddet içeren ve şaşırtan bir an, onun için şaşırmadım (filmi seyredince görürsünüz). Hem filmin başlarında Anne, kocası Georges’a “çok naziksin ama bazen bir canavar oluyorsun” diyerek, seyirciyi uyarmıştır.
Haneke filmlerinde duygusallık mümkün olduğunca yoktur, yine yok. Yine soğuk bir film var ve bunu söylememe herhalde yönetmen de itiraz etmez. Tabii ki Georges’u canlandıran Jean Louis Trintignant başarılı ve Georges karakteri de karısına karşı çok fedakar ve sadık. Emmanuelle Riva ve Isabelle Huppert de iyiler. Georges’un karısını bir noktaya kadar hayatta tutma çabası dokunaklı da. Kültürlü bir çiftin nihayetinde kendilerinden başka kimsesi olmaması, çağdaş Batılı insanın yalnızlığı da ürkütücü. Ki bu filmdeki insanlar yine de hiç olmazsa birbirlerine sahipler, bu da bir nevi lüks. Ama yine de soğuk bir film “Aşk”. Hayır, filme karşı ilk yazılarımdaki gibi negatif bir ruh halinde değilim.
Ne kadar kültürlü olursanız olun, ne kadar dışarıya kendinizi kaparsanız kapayın, ölüm yine gelir sizi bulur. Beden çürür, en sevgi dolu kocanın da sabrı taşar. Evet. Filmin oyuncuları iyiler, çerçeveler mükemmeller. Evet. Modern Batı toplumunda insan ilişkilerinin genel durumu hiç de parlak değil. Evet. Ama ben “Aşk”ı monoton buluyorum. Kalburüstü ve güzel ama monoton ve soğuk. Haneke de böyle bir film yapmak istemişti sanırım.