TARİH: 20 Ekim 2012
GAZETE/DERGİ: Birgün
Başlıktaki sorunun cevabı göründüğü kadar basit değil. Evet, tabii ki “Güzelliğin On Par’Etmez” (GOPE) Antalya’da “en iyi film” seçildi. Ama GOPE bir ilk filmdi. “Zerre” de bir ilk filmdi. Ve “Zerre” “en iyi ilk film” seçildi. Zerre en iyi ilk filmse, diğer ilk filmlerden dolayısıyla GOPE’den de daha iyi bir film demektir. Ama GOPE birinci seçildi. Bir ilk film “en iyi film” seçilirken, bir başka ilk film “en iyi ilk film” seçildi kısacası. Birkaç yıldır bu böyle gidiyor aslında. Yarışan filmlerin çoğunluğu ilk film olunca, en iyi ilk film ödülünün manası da kalmıyor. Ya da en iyi ilk film ödülü, teselli mükafatına dönüşüyor. Zerre, GOPE ve Küf’e verilecek her ödül kabulümdür yazmıştım. Kendimi tekzip ediyorum. GOPE’den Abdülkadir Tuncer’e en iyi erkek oyuncu ödülü verilmesi anaç (ve babaç) duygularla verilmiş bir karara benziyor. Abdülkadir sevimliydi elbette ama performansında dikkate değer bir yan yoktu. Zaten filmin en zayıf yanı çocuk aşkı temasına hiçbir ilginçlik katamamasındaydı. Filmin ilginç karakterleri başkalarıydı, Abdülkadir’in canlandırdığı çocuğun abisi ya da ona akıl veren komşusuydu. En iyi kadın oyuncu ödülünün de Elveda Katya’daki performansıyla Anna Andrusenk’e verilmesi bence isabetli bir karar değildi. Anna’da ben bir pırıltı görmedim. Zaten film de inandırıcılıktan yoksundu baştan sona. “Zerre”deki rolüyle Jale Arıkan’a ve “Küf”teki rolüyle Ercan Kesal’a daha çok yakışırdı en iyi oyuncu ödülleri. Ulusal bir yarışmadan Avusturyalı, Rus, Fransız, İsviçreli ve Azerilerin en karlı çıkmalarını garip bulduğunu söyleyen Polonyalı arkadaşım Krzystof Kwiatkowski’ye bütün enternasyonalciliğimle “Ne olmuş yani? Gayet normal!” demiştim. Şu anda kendimden o kadar emin değilim. Festivali düzenlemekten amaç ulusal sinemayı desteklemekse, bu amaç gerçekten hasıl olmuş oluyor mu? Özellikle, büyük para ödülünün nereye ve kime gittiğinin tartışmalı olması can sıkıcı. GOPE gerçekten de bir Avusturya yapım şirketinin filmi mi? Ödül parasının gittiği yer yoksul bir ülkenin yapım şirketi olsa iyiydi de, böyleyse insanın içine sinmiyor. SANATIN MİLLETİ YOKTUR Biraz geyik bir laf olacak ama sanatın milleti yoktur. Bence en iyi çözüm ulusal yarışmaları ve büyük para ödüllerini kaldırmak. Ulusal yarışmalar bile sonuçta kazananların tabiiyetine bakıldığında görüleceği gibi aslında uluslararası yarışmalar. Berlin, Venedik ve Cannes uluslararasılar ama sırasıyla Alman, İtalyan ve Fransız yapımlarına fazlaca yer veriyorlar. Bizde de böyle olsun. Hem bu sayede hiç de yarışmayı hak etmeyen bir ton yerli filmden de kurtulmuş oluruz. Ayrıca ülkemizde düzenlenen uluslararası yarışmalar hep gölgede kalıyor. Antalya’da ya da İstanbul’da uluslararası yarışmaları kim kazandı diye sorsam, çok az kişi bilir, hatırlar. Açıkçası kimsenin de pek umurunda değildir. Ulusal ve uluslararası diye ayrı yarışmalar düzenlemek yerine bu festivaller tek bir uluslararası yarışmaya yönelse daha iyi olmaz mı? Bu festivallerde yerli filmlere verilen para yine başka biçimlerde sinemaya aktarılabilir. Antalya ve İstanbul Film Festivalleri’nin bu konuyu düşünmelerini öneririm. Sinemamız uluslararası yarışmalarda boy gösteriyor ve hatırı sayılır ödüller de alıyor. Korkacak bir şey yok yani. İHBARIN GEREKÇESİ KÜRTÇE KONUŞMAK! Festivalin sorumluluğu olmasa da festival sırasında yaşanan en sinir bozucu olay ise iki genç belgeselcinin, Antalya sahilinde otururken polis tarafından terörize edilmeleriydi. Uğur Vardan, pazartesi günü Radikal’deki köşesinde bu tatsız olaya yer verdi. Zaten belgeselcilerden Zeynep Oral (gazeteci Zeynep Oral’la karıştırılmasın) ödül konuşmasında da bu konuya değinmişti. Zeynep Oral ve Bülent Öztürk adlı genç belgeselciler, bir akşam otelin önündeki sahilde oturup sohbet ederken, iki sivil polis tarafından “hakkınızda ihbar var” deyip, sert bir muameleye maruz bırakılıyorlar. İhbarın gerekçesi de Kürtçe konuşmak! Oral ve Öztürk Kürt olmadıkları gibi Kürtçe de bilmiyorlar. Maazallah bir de gerçekten Kürt olsalardı, üstüne üstlük Kürtçe konuşsalardı ne olacaktı? Bu olay bana tanık olduğum bir başka olayı hatırlattı. Taksim’de merdivenlerden Gezi Parkı’na çıkıyordum. Yanımdan geçen Kürt oldukları şivelerinden ve tiplerinden belli olan iki gençten biri biraz yüksek sesle ama bağırmadan, nara hiç atmadan “ah ulan ah, bu merdivenlerde sürünecek adam mıydık” tarzında bir söz söyledi. Orada bulunan polis derhal “Ne bağırıyorsun lan? Gel bakayım buraya” dedi. “Abi, biz size söylemedik” falan derken gençlerin çevresi 7-8 polis tarafından sarıldı. O çocuklar Kürt olmasalar, bunlar başlarına gelir miydi? Belki de gelirdi. Kaldırımı olmayan bir yolda yürürken, arkamdan gelen bir sivil polis aracına bekle dediğim için neredeyse ben de karakola çekiliyordum bir keresinde. İç geçirmek, kıyıda oturup denize taş atmak ve yolda yürümek tehlikeli bu ülkede. Ama hem Kürt hem de bunları yapan biriyseniz vay halinize! İleri Türk polis devleti demokrasisinde hayat böyle… Not: Geçem hafta sözünü ettiğim “İşgücü çağırdık, insanlar geldi” sözü İsviçreli yazar Max Frisch’e aitmiş. Menend Kurtiz başta olmak üzere bana bu bilgiyi sağlayan okurlara teşekkür ederim.