TARİH: 1 Temmuz 2004
GAZETE/DERGİ: Birgün
‘93 Yazı’ hakkında geç de olsa bir şeyler yazmak ihtiyacı duydum. Bunun bir nedeni bu hafta yazdığım ‘Hayalet Hikâyesi’ gibi ‘93 Yazı’nın da bir kayıp ve yas hikâyesi oluşu. Bir diğer nedeni de filme dair söylenmesi gereken şeylerin söylenmemiş olduğunu düşünmem.
‘93 Yazı’, babasından sonra annesini de kaybeden 10 yaşındaki Frida’nın dayısının ailesiyle birlikte yaşamaya başladığı dönemi anlatıyor. Frida için çok çok zor bir dönem bu. Bir defa bağlandığı insanları kaybetmiş olmaktan dolayı yaşadığı şok var. Yeniden birilerine bağlanırsa veya onları da kaybederse? Bu yüzden bağlanma sorunları çekiyor. İkincisi baba, anne ve dört yaşındaki küçük kızlarından oluşan ailenin bütünlüğü ve kendi ailesizliği arasındaki farktan nefret ediyor. Kendisine sahip çıkan bu aileyi kıskanıyor. Özellikle de yeni kızkardeşi Anna’yı kıskanıyor. Anna, gerçek anne ve babasına sahipken, Frida’nınkiler ölmüş. Frida, neredeyse Anna’nın ölümüne neden olacak şeyler yapıyor. Onu, ormanda terk ediyor bir defasında. Bir başka kere de Anna’yı boğulabileceği derin sulara çekiyor. Frida’nın, Anna’yla klasik kardeş kıskançlığı yaşadığı da söylenebilir. Frida, daha önce ailesinin tek çocuğuyken, şimdi yeni anne ve babasını Anna’yla paylaşmak zorunda. Ve üstelik bu yarışta Anna hakiki kız olarak avantajlı konumda. Frida’nın kötücüllükleri, kardeşini öldürme girişimleri ‘93 Yazı’nı masum, mağdur ve gözü yaşlı yetim kız çocuğu filmlerinden ayırıyor. Acının acılaştırması üzerine düşündüren bir film haline getiriyor. Fakat Frida ne kadar acılaşmış olursa olsun, ne kadar kardeşinin ölümüne neden olabilecek şeyler yapacak kapaside olursa olsun, film, bize onun çok acı çeken bir çocuk olduğunu unutturmuyor. Ve her şeye rağmen masum olduğunu… Kötülük bile masum olabiliyor. ‘93 Yazı’ en çok bu söyledikleriyle değişik ve önemli bir film.