TARİH: 6 Ekim 2018
GAZETE/DERGİ: Birgün
Festivalin sloganı Cinema for Humanity yani İnsanlık İçin Sinema idi. Festivalin seyirci ödülleri de bu adla verildi. Ödül iki film arasında paylaşıldı: Biri daha önce söz ettiğim Cannes’da da Altın Palmiye için yarışan Yommedine oldu. Diğeri yani Hayattan Bir Gün Daha (Another Day of Life) ise bende hem film olarak hem de film sonrasında çıkan tartışma nedeniyle en çok iz bırakan filmdi. Hayattan Bir Gün Daha, belgesel yarışması içinde yer alıyordu ama 86 dakikalık filmin yaklaşık 60 dakikası Polonyalı gazeteci yazar Ryszard Kapuscinski’nin aynı adlı kitabının anime bir uyarlamasıydı. Filmin animasyonla anlatılmış bölümlerinde Kapuscinski’nin Portekiz egemenliğinden yeni çıkmış ve derhal iç savaşın içine düşmüş Angola’ya 1975 yılında gidişi ve burada yaşadıkları anlatılıyor. Geri kalan sahnelerde ise 1975’teki karakterlerle bugün yapılmış röportajlar yer alıyor. Türkçeye de kitapları çevrilmiş olan Kapuscinski’yi tanımıyordum filmi seyredene kadar. Meğerse çok ünlü bir yazarmış, bir dönem Nobel alacağı düşünülürmüş, birçok insanın hayatını etkilemişmiş. Benim cehaletim.
Angola iç savaşı ise çok uzun yıllar boyunca sürdüğü için elbette az çok bildiğim bir şeydi ama çok da değil. Aslında iç savaş diyorsak da tam da öyle değil. Soğuk savaşın sürdüğü yıllarda bu savaş nihayetinde sosyalist sistemle kapitalist sistemin çarpıştığı bir meydan. Küba’nın desteklediği MPLA, iç savaşın iyi ve tabii ki sosyalist olan tarafı. Karşısında ise CIA destekli katil sürüleri var. Bunların başlıcası da UNITA. Angola’nın kuzeyinde MPLA iktidarda olsa da, güneyde UNITA güçlü ve Kapuscinski ülkeye ulaştığında savaş sürüyor.
Kapuscinski karanlığın kalbine, iç savaşın merkezine ulaşmak istiyor. Ayrıca, Afrika’nın Che Guevera’sı olabileceğini düşündüğü MPLA lideri General Farrusco’yu bulmak ve onunla konuşmak niyetinde. Fakat güneye gitmek kolay değil. Arturo adlı arkadaşıyla çıktığı yolda bir katliamın kurbanlarıyla karşılaşmaları ikisinde de derin izler bırakıyor. Bu sırada UNITA’nın içlerinde çocukların da bulunduğu katillerini saldırısına da uğruyorlar. Kapuscinski ve Arturo, Carlota liderliğindeki gerillalar tarafından kurtarılıyor. Carlota, Kapuscinski için devrimin simgesi, güzel yüzü oluyor. Kapuscinski sonunda Farrusco’yu buluyor fakat durum sandığından da vahim. Çünkü ırkçı (apartheid rejimi altındaki) Güney Afrika Cumhuriyeti de UNITA’ya destek için savaşa giriyor ve ülkeyi güneyden işgal etmeye başlıyor. Kapuscinski bir ikilemde kalıyor, olayları bildirmesi ve Küba’yı müdahaleye çağırması iç savaşın daha da uzamasına, belki de daha çok insanın ölümüne neden olacak. Kapuscinski yapması gerektiğini düşündüğü şeyi yapıyor.
Filmin kusurlarının başında Kapuscinski’nin resmedilme tarzı olduğunu söyleyebilirim. Biraz fazla Hemingway tarzı erkek kahraman havasındaydı. Carlota da biraz klişeydi. Fakat filmin, yine de ele aldığı tarihsel dönem ve politik içeriğiyle diğer filmlerden ayrıştığını söyleyebilirim. Filmin yönetmenleri olarak iki isim geçiyor. Biri Bask İspanyol yönetmen Raúl de la Fuente, diğeri ise Polonyalı animasyoncu Damian Nenow. Film bittiğinde yönetmen Fuente ve seyirciler arasında başlayan tartışma ise şaşırtıcıydı. İlk söz alan seyirci neredeyse hesap soran bir tavırdaydı. Nasıl olur da sosyalizmi yücelten bir film yapılırdı? Kapuscinski güvenilir bir anlatıcı mıydı? Polonya’nın komünist rejimiyle uyumlu değil miydi? Ardından bir iki kişi daha benzer telden çaldı. Sonunda ben dayanamayıp söz aldım. Angola’daki sosyalistlerin karşısında, yakın tarihin en korkunç ırkçı rejimini temsil eden Güney Afrika’nın ve CIA destekli UNITA’nın olduğunu söyledim (hoş bugünlerde CIA destekli olmak Suriye’de kimsenin karizmasını çizmiyor). Yönetmen Fuente de biraz rahat nefes aldı. Ayrıca dünyanın en anti-sosyalist ülkelerinden biri olan Polonya’nın bu filme nasıl destek olduğunu sordum. Fuente bu soruyu çok beğendi. Polonyalılarla ırkçılığın kötü bir şey olduğu konusunda anlaştıklarını, filme bu sayede destek bulabildiğini söyledi. Fuente’nin de bu arada oldukça milliyetçi olduğunu ve Bask ülkesinin bağımsızlığını istediğini belirteyim.
Festivalde gösterilen tek Türk filmi ise Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı”ydı. 80 civarında filmin gösterildiği El Gouna Festivali henüz ikinci yılında sanırım Mısır’ın şu anda en önemli festivali olmuş durumda.