TARİH: 11 Kasım 2017
GAZETE/DERGİ: Birgün
Geçtiğimiz yıllarda bir türlü izlemeyi başaramadığım Suç ve Ceza Film Festivali’nde bu yıl 5 film izledim. Bu filmlerden Umudun Öteki Yüzü bu hafta vizyona giriyor. Finli Aki Kaurismaki en sevdiğim yönetmenler arasındadır. Filmleri hem buz gibidir, hem de sıcacıktır. Şimdi bu sıcacık lafı biraz itici gelmiş olabilir; ne de olsa sanat sineması denilince Haneke gibi, Lanthimos gibi isimlerin ahlakçı ve parmak sallayan filmleri geliyor. Ne pis yaratıklar olduğumuzu bize hatırlattıklarında iyiye yöneleceğimizi umuyor olsa gerek Hanekeler, Lanthimoslar. Ama sadece daha da kararmış çıkıyorum ben o tip filmlerden. Zaten koyu gri bir dünyada yeterince vakit geçiriyorum, sinema salonundaki simsiyah bir dünya tasfiri beni hiç açmıyor. Kaurismaki sineması da dünyadaki karanlığı gösterir ama onun kalbi hep ezilenlerden yanadır. İşçi sınıfı Kaurismaki sinemasında “iyi” insani niteliklerin taşıyıcısıdır. Fakat onun sinemasında ağdalı bir yan yoktur. Oyuncular neredeyse hep ifadesiz suratlarla işlerini yaparlar. Kötülük ve kötüler vardır ama iyiler ve iyilik de vardır. Gerçekçi olmasa da iyiler kazanır sık sık. Ve elbette Kaurismaki filmlerinde, mizah ve müzik hiç eksik olmaz.
Bu yıl FIPRESCI üyelerince yılın en iyi filmi seçilen ve Berlin’de Kaurismaki’ye en iyi yönetmen ödülünü getiren “Umudun Öteki Yüzü”nde de öyle oluyor, iyiler kazanıyor. Halep’teki savaştan kaçıp Finlandiya’ya düşen göçmen Halid’le, evini ve işini terk eden gömlek satıcısı Wikström’ün yolları kesişiyor. Kumarda kazandığı parayla bir lokanta açan Wikström, çöplüğünde uyurken bulduğu Halid’e, lokantasında iş veriyor. Halid kızkardeşini de yanına almaya çalışırken, mahkeme Halep’in artık güvenli olduğuna hükmedip, Halid’i sınırdışı etmeye karar veriyor.
Doğrusu Umudun Öteki Yüzü, bence Kaurismaki’nin en iyileri arasında değil. Vasat bir Kaurismaki bu. Ama yine de dünya sineması içinde o kadar ayrıksı bir yeri var ki. Bressoncu minimimalizmi ve Marksist duyarlılığıyla her Kaurismaki filmi gibi izlenmeye değer. Belki, belki değil büyük ihtimalle hiç gerçekçi değil ama insanlığa inanmaktan başka çare yok.
Ayaz
Festivalde izlediğim tek Türk filmi, yönetmen Dersu Yavuz Altun’un ilk filmi “Münferit”ten sekiz yıl sonra çektiği Ayaz oldu. Münferit, kanımca hakkettiği ilgiyi ne eleştirmenler bazında ne de gişede elde edememişti. Altun’un nasıl devam edeceğini merak ediyordum. Artık umudu kesmişken Ayaz çıkageldi. Ayaz’a yol gösteren sözler bir mahkümun ağzından çıkmış: “Ben bir kişi vurdum sanıyordum. Oysa kendimi ve geride kalan herkesi vurmuşum…” Filmin kahramanı Hasan, namus belasına yengesini vurmuş ve yeğeni Ayaz’ı öksüz bırakmış. İçerdeyken yaptıklarından pişman olan Hasan dışarı çıktığında Ayaz’ı yanına alır. Hasan’ın yolu başka bir erkek şiddeti mahkümu kadınla, Helün’le kesişir. Hasan, Ayaz, Helün ve onun kızı yeni bir hayat başlar gibi olurlarsa da Helün’ün kocasının çıkagelmesiyle işler karışır. Ayaz ne yazık ki beni hayal kırıklığına uğrattı. Yönetmenin Hasan’ı dilsizleştirme tercihi, önce dramatik bir etki yaratsa da sonraları bu etki yıpranıyor ve komikleşiyor. Bu tercih, diyalogu da ortadan kaldırıyor ve sonuçta karakterler uzun tiradlar atıyorlar. Ve bu durum filmi seyri çok zor bir hale getiriyor. Giderek karakterlerin dramına yabancılaştım seyrederken.
1945
Festivalde seyrettiğim en iyi film Macar yapımı “1945”ti. Ferenc Török’ün yönettiği film adından belli olacağı üzere II. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945’te geçiyor. Macaristan artık Sovyet askerlerinin kontrolünde. Savaş kendi zenginlerini yaratmış. Küçük bir kasabada bu kesim, Yahudilerin mal ve mülklerine el koyanlardan oluşuyor. Kasabaya baba-oğul olduğunu tahmin ettiğimiz iki Yahudi’nin gelişi, Yahudilerin evlerine ve dükkanlarına el koyanlarda paniğe yol açıyor. Ya eski sahipleri mallarını isterlerse ne olacak? Ya Yahudiler dükkanlarını ve evlerini geri isterlerse? Ya bizi ihbar edenler kimlerdi diye hesap sorarlarsa?
Hrant Dink’in meşhur sözleri aklıma geldi filmi seyrederken: “ Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için…”
Benden bu kadar söylemesi, arif olan anlamıştır filmin ne anlattığını. “1945” etkileyici bir filmdi.
Bir Öğlen Hikayesi
İran’dan gelen filmler genellikle doğrudan siyasi bir konudan söz etmezler. Ya da bizim seyrettiğimiz örnekler öyleydi. Mohammad Hossein Mahdavian’ın filmi “Bir Öğlen Hikayesi” doğrudan bir dönemin siyasi olaylarını konu almasıyla dikkatimi çekti. Film, iktidardan indirilen Beni Sadr ve örgütü Halkın Mücahitleri ile İran polisi ve gizli servisi arasındaki mücadeleyi konu alıyor. Ve elbette devletten ve polisten yana bir tavır sergiliyor. Halkın Mücahitleri sempatizanlarını şeytanlaştırmamaya özen gösterse de yine de sonuçta filmde sadece Sadr yanlılarının şiddetinin sonuçlarına tanık oluyoruz. Bu da taraf tutmamıza yol açıyor. Hoş, Beni Sadr’ın neyi temsil ettiğini ve iktidardaki rejimle neden çatıştığını şu anda hiç bilmiyorum. Okuyup araştırmam lazım. Filmin bu propagandif yanını bir kenara bırakırsak eli yüzü düzgün olduğunu söyleyebiliriz.
Kutsal Düzen
İsviçre’de 1971 kadar yakın bir tarihte sadece erkeklerin katıldığı bir referandumla kadınlara oy hakkı verildiğini biliyor muydunuz? Çok acayip ama gerçek. İş bunla kalsa iyi, İsviçre kantonlarından biri 1991’e kadar kadınlara oy hakkı vermeye direnmiş.Türkiye’de kadınlara oy hakkı verilmesi tarihinin 1934 olduğunu da birlikte düşünüp, Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal’in ne kadar büyük ve ileri doğru bir sıçramaya karşılık geldiğini de düşünelim. Halka karşı elitler bu kötülüğü de yapmıştı, kadınları insan yerine koymuştu! Halka bırakılsaydı bu hak kimbilir ne zaman verilecekti… Ya da verilecek miydi? Ama o zaman pek demokratik olacaktık değil mi?
İktidarın cumhuriyetin başından itibaren AKP gibi partilerde olması halinde kadınlara oy hakkı verilmiş olacağına pek ihtimal vermiyorum. Kendileri elit olup da cumhuriyeti elitist olmakla suçlayan liberal kafalara ne kadar lanet okusak yeridir. AKP’yi ne kadar uzun süre demokratikleşiyoruz, bastırılan geri dönüyor diye alkışladılar. Döndü işte, mutlu muyuz?
Filme gelince, öncelikle teknik bir talihsizlikten söz etmeliyim: Film dcp’den değil, firmanın gönderdiği bir internet linkinden ve üzerinde firma logosu olan bir şekilde gösterildi. Bu festivalin hatası değildi, onlar da dağıtımcı firmanın kazığını yemişlerdi. Ama sonuçta seyir zevki olmayan bir gösterim oldu. Doğrusu film de ahım şahım değildi. Ama kötü de değildi. Tarih üzerine düşündürmesini kar sayalım.