TARİH:  17 Mayıs 2011

GAZETE/DERGİ: Birgün

 Keko ile ihtiyar: Hudutların Kanunu 

“…Hudutların Kanunu’nu çekeceğimiz sıralarda Lütfi Akad’ın Yeşilçam’daki dönemi bitmişti. Kimse ona iş vermiyordu. Yılmaz, Lütfi abiden bu filmi çekmesini istedi. Lütfi abi işe girince Hudutların Kanunu hem Türkiye’nin toplumsal koşullarını yansıtan hem de “Çirkin Kral’ efsanesini yaşatan bir film oldu” 

Martin Scorsese’nin başkanı olduğu The Film Foundation kimi film klasiklerini restore 

ediyor. Bu vakıfta Fatih Akın da yer alıyor ve onun önerdiği Türk filmlerinden ikisi şu ana kadar restore edildi. İlki Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ıydı. Bu yıl da Cannes’da Lütfi Akad’ın ‘Hudutların Kanunu’nun restore edilmiş versiyonu gösteriliyor. Filmin gösterimi için Tuncel ve eşi Menend Kurtiz’le buluştuk (ikisi de sıkı birer BirGün okurudur). 

Tuncel Kurtiz filmle ilgili bize şunları söyledi: 

“Yılmaz Güney’in ustaları arasında ilk sıralarda Atıf Yılmaz ve Lütfi Akad yer alır. ‘Hudutların Kanunu’nu çekeceğimiz sıralarda Akad’ın Yeşilçam’daki dönemi bitmişti. Kimse ona iş vermiyordu. Yılmaz, Lütfi abiden bu filmi çekmesini istedi. Lütfi abi işe girince ‘Hudutların Kanunu’ hem Türkiye’nin toplumsal koşullarını yansıtan hem de ‘Çirkin Kral’ efsanesini yaşatan bir film oldu. Hem kovboy filmiydi, hem de kaçakçılık, eğitimsizlik, fukaralık, derebeylik gibi gerçekler filme yansımıştı. Akad hepimizin hocasıdır. Yılmaz insanlarını seçmesini bilirdi. Neden bizi seçmişti beni, Ali Uğur’u, Gani Turanlı’yı seçmişti? Buradan gideceği yerler vardı. “Seyyit Han’ gibi, ‘Umut’ gibi. Birlikte çalışacağı ekibi oluşturuyordu. 

‘İkinci adam olmaktan gurur duydum’ 
“Umut“u yaptıktan sonra Yılmaz bana şimdi sıra “Boynu Bükük Öldüler’e geldi” dedi. “Artık bizi destekleyen güçler var. Köylüler var, emekçiler var. Bugüne kadar o işleri yapabilmek için piyasa işleri yaptık.” 

Ben onun yanında ikinci adam olmaktan büyük gurur duydum. Onda büyük bir organizasyon yeteneği vardı. Ben kendi halinde bir entelektüelim. Benim ailem içinde valiler, paşalar, kaymakamlar var, o ise köylü kökenliydi ama ikimiz de komünistiz. Ben Gorki’yi okumuşum, oradan biliyorum ama o, o koşulları içinden biliyordu. O bir dehaydı. Ben büyük keyifle tiyatroyu bırakıp peşinden gittim. Gülriz Sururi bana çok kızardı. Yılmaz, bana ‘ihtiyar’ derdi. Ben ona ‘keko’ derdim. Ama aynı yaştaydık. Yılmaz çok okurdu. Yabancı dil öğrenmeye meraklıydı. Klasik müziği bilmezdi ama gidip alıp dinlerdi. Özdemir İnce, Nihat Ziyalan ve Yılmaz arkadaştı. Bir gün bir evden klasik müzik duyarlar ve müthiş etkilenirler. Güzeli ararlardı. Yılmaz İngilizce ve Fransızca çalışırdı. Dostoyevski’ye vurgundu. Rus klasiklerine hayrandı. 

Lütfi Akad, Yılmaz’a filmin altyapısını kurmada önerilerde bulundu. Film ‘Viva Zapata’daki ilişkilerin bir benzerini içerir. Yılmaz’la benim karakterlerim o filmdeki karakterlere benzer. 

Sinematek’in müdavimiydi” 

Pervin Par’ın eteği niye miniydi. Akad’a niye diye sordum. Orası öyle, ona karışma demişti. Film yine de yurtdışına çıkamadı. Jandarmayı iyi göstermesine rağmen sansürle bayağı cebelleşmişti. Yılmaz, Sinematek’in müdavimiydi. “Rocco ve Kardeşleri’ geldiğinde ben dört defa gittiydim Halit Refiğ 22 defa izlemiş, Gurbet Kuşları’nı yapmadan önce! ‘Hudutların Kanunu’ yurtdışına hiç çıkamamıştı, izin verilmemişti. Film kaçırma çağı daha açılmamıştı. ‘Hudutların Kanunu’ yapılmadan ne ‘Seyyit Han’ ne de ‘Umut’ yapılabilirdi. Bir taktik ve strateji filmidir. Geleceğin önünü açmıştır. Film tuttu, iş yaptı ama yönetici kadro sevmedi. Mayınlar patlıyor, kaçakçılar çatışıyor falan. Filmin kopyası zamanında iyi yıkanmamıştı. 

Lütfi Akad Caravaggio hayranıydı. Biz o zamanlar Caravaggio’unun adını duymamıştık. Akad, Caravaggio bilinmeden siyah-beyaz anlaşılmaz demişti. Ayzenştayn sinemasına hayrandı. Derek Jarman’a Caravaggio’nun yaşlılığını bana oynat demiştim. Vaktimiz olursa demişti. 

‘En büyük yıldız Yılmaz Güney’ 

Tam biz ayrılmak üzereyken Fatih Akın da geldi. Akın da şunları söyledi: “Yılmaz Güney dışındaki ustaları da unutmamak için yola çıktık. Tabii en büyük yıldız Yılmaz Güney. Metin Erksan’la başladık. Atıf Yılmaz’ın filmlerine de bakacağız. Yılmaz Güney’in de çok filmleri var. Atif Yılmaz’ın ‘Zeyno’su var. Üçüncü projemiz sanırım bir Atıf Yılmaz filmi olacak.” 

Yalnız ve güzel gazetemin sevgili okurları, Cannes’ı en ayrıntılı aktaran gazetenin BirGün olmasından gurur duyuyor musun? Diğer gazetelerin okurlarına hava atma fırsatını kaçırmamanı tavsiye ediyorum. (Sabah gazetesi hariç) büyük iki muhabiriyle birden her gün Cannes’dan haber veren başka bir gazete yok ‘yalnız ve güzel ülkemde çünkü. 

Cannes günlüğüne devam ediyorum. Geçtiğimiz günlerde birkaç iyi, birkaç vasat, birkaç da bu festivalde ne işi olduğunu anlayamadığım film gördüm. Yarışmada şu ana kadar gördüğüm en iyi film İsrailli yönetmen Joseph Cedar’ın ‘Dipnot’uydu. Defne filmin politik çağrışımları üzerine yazmıştı. Ben de baba oğul dinamiği üzerine yazayım. Bazı oğullar ömürleri boyunca babalarının onayını almak için nafile bir çaba içinde kendilerini paralayıp dururlar. Babalarının mesleğini seçip, babalarının onayladığı bir hayat sürmeye çalışırlar. “Dipnot böyle bir oğulun trajedisini anlatıyor. Baba bir din âlimi, Talmutun bütün versiyonlarını hatmetmiş. Yaratıcı bir bilim adamı değil baba, daha çok işin hamaliyesinde iyi birisi. Yıllarca Talmutun bütün versiyonlarını okumuş, sonunda çeşitli baskılar arasında bazı önemli farklılıklar keşfetmiş ama tam eserini yayımlayacakken bir başka bilim adamı kestirmeden aynı sonuca ulaşmış ve bizim babadan daha önce aynı konuda yayın yapmış. Sonuçta adamcağızın bilime bütün katkısı başka bir yazarın kendisinden söz ettiği bir dipnottan ibaret kalmış. 

Oğul ise, birçok açıdan babasının kopyası olmakla ve babasıyla aynı konuda uzmanlaşmakla birlikte, daha yaratıcı biri. Ve bir gün kader baba ile oğlu karşı karşıya getiriyor. Oğula verilen bir ödülün babaya verildiği duyuruluyor. Durum düzeltilmeye çalışıldığında ise babasını büyük bir hayal kırıklığına uğramaktan korumak ve kendisinden nefret etmesini engellemek isteyen oğul ödülün kendisine değil de babasına verilmesini sağlıyor. Ama bir daha hiç aynı ödüle aday olmama pahasına! Ve yine de babasının nefretinden ve kendisini aşağı görmesinden kurtulamıyor genç bilim adamı. Baba – oğul düşmanlığı üzerine etkileyici bir filmdi ‘Dipnot’. Belki müziği biraz daha hesaplı kullanması daha iyi olabilirdi ama böyle de iyiydi sonuçta. 

Dardenne kardeşlerin ‘Bisikletli Velet filmi de baba-oğul sorunundan yola çıkıyordu. Babası tarafından terk edilen ve bir bakım yurduna yerleştirilen onlu yaşlarının başındaki bir çocuğun kendisine yeni bir yuva bulmasının hikâyesini anlatmış Dardenne kardeşler. Babasının kendisini terk ettiğini kabullenmek ne kadar zor, ne kadar korkunç bir şey bir delikanlı için! Dardenne kardeşler bu acı duyguyu iliklerimizde hissetmemizi sağlıyor. Film duygu aktarma açısından çok başarılı, çok etkileyici. Ama entelektüel açıdan hiç doyurucu değil. Delikanlıyı koruma altına alan genç kadını anlatamıyor bize film. Kadının, neden bu delikanlı uğruna sevgilisinden kolayca ayrılabildiğini anlatmıyor mesela. Ve daha başka birçok şey havada kalıyor filmde. Merhamet iyidir, tamam ama… Toplumsal bir eleştiri olmaktan çok, ahlaki bir mesel gibi bir şey ‘Bisikletli Velet’ kısacası. 

Festival şimdilik parlak değil 

Genç Fransız kadın yönetmen Maiwenn’in filmi ‘Polis’ daha çok ailelerinin ve akrabalarının kötü muamelesine maruz kalan çocukları korumakla görevli polis şubesi çalışanlarını konu edinmiş. Sözünü ettiğim diğer iki film gibi bu filmde de kötülüğün kaynağının ya da kaynağı olmasa da nihayetinde ete kemiğe büründüğü yerin aile olması dikkat çekici. Maiwenn ilgiyle izlenen bir film yapmış ama çok sayıda karakterinden hiçbiri çok akılda kalıcı niteliklere sahip değil. Açıkçası bu polis grubuna film biraz da fazla iltimas geçmiş bence. Film iyiler-kötüler sığ ayrımı üzerine kurulmuş, herhangi bir derinlikten yoksun. Bu filmin bir grup dinamiğini yansıtması açısından birkaç yıl önce Altın Palmiye’yi kazanan ‘Sınıf’ı çağrıştırdığı da söylenebilir. 

Kötü bir yetişkin erkek figürü de Avusturyalı yönetmen Markus Schleinzer’in ‘Michael’ine adını veren karakterdi. Filmin kahramanı korkunç bir pedofildi. Michael küçük bir erkek çocuğu kaçırmış ve seks kölesi yapmış. Geçtiğimiz yıl Avusturya’da kendi çocuklarını hapseden babanın hikâyesini çağrıştırıyordu filmin öyküsü. Sanat sinemasının bütün anlatım öğelerini kullanan ve tipik bir minimalist sinema örneği olan ‘Michael’, türünün iyi örnekleri arasında yer almayacak kanımca. Az diyalog, sabit kamera kullanımı, karakterlerin arka plandan yoksunluğu falan… Bıktık valla bu üsluptan. 

Türkiye İran olmayacak tabii ki. İran da Türkiye olmayacak. Ama iki ülke de milliyetçi, mukaddesatçı, polis devletleri olmak yolunda birbiriyle yarışacak ve kimse buna engel olamayacak! Mahmut Resulof’un Bir Bakış bölümünde ki ‘Görüşmek üzere’ adlı filmi, Berlin’de Altın Ayı alan ‘Bir Ayrılık’ı çağrıştırıyor. İran’ın liberal entelektüelleri ülkenin dayanılmaz baskıcı atmosferinden karmaya çalışıyorlar. Çocuklarının geleceğini daha fazla düşünen kadınlar daha da fazla duyarlılar. “Görüşmek Üzere’ tıpkı “Bir Ayrılık’ gibi İran’dan ayrılmaya çalışan bir kadının öyküsünü anlatıyor. Bilgisayarlara el konulan, haberleşmenin her aşaması kontrol edilen bu karanlık Ortadoğu ülkesi bana ne yazık ki en çok Türkiye’yi hatırlattı. Resulof’un filmi bazen temposunun yavaşlığından zarar görüyordu ama bunun dışında kesinlikle ana yarışmadaki birçok filmden daha iyiydi. 

Nanni Moretti’nin ‘Papamız Belirlendi’si fazla hafif geldi açıkçası. Michel Hazanavicius’un sessiz sinemaya saygı duruşunda bulunan ‘Artist’ filmi de eli yüzü düzgün olmakla birlikte, hoş ama boş kategorisinde yer alacak filmlerden biriydi. Cannes şimdilik çok parlak değil. Önümüzdeki filmlere bakıyoruz. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com