TARİH: 6 Ekim 2006
GAZETE/DERGİ: Birgün
Burjuvazinin yüzeysel çekiciliği
Orijinal Adı: The Devil Wears Prada Yönetmen: David Frankel Oyuncular: Meryl Streep, Anne Hathaway, Emily Blunt Türü: Komedi-Dram Ülke: ABD
Meryl Streep ve Anne Hathaway ile zenginleşen Şeytan Marka Giyer filmi, bütün yüzeyselliğine karşın, keyifle izlenen bir ‘dikiz’lik sayılabilir.
Bakmayın ‘Şeytan Marka Giyer’in moda endüstrisini eleştirir gibi gözükmesine. Filmin asıl derdi bu prıltılı dünyanın cazibesinden sonuna kadar yararlanmak. Güzel kadınları çok güzel giysiler içinde izlemek keyifli bir şey tabii ki. O güzel giysilere sahip olmak için büyük paraları gözden çıkarmak gerekir ki buna gücü yetenlerin sayısı çok sınırlıdır. Çoğunluk için yapılacak tek şey sinemada, dergi ya da Fashion TV gibi televizyon kanallarında moda endüstrisinin ürünlerini ve top modelleri seyredip iç geçirmekten ibaret. Giyim kuşam herkes için önemli. Kurulu düzenin değerlerini karşısına alan punk’ın dış görünümü bile bir modacının (Vivienne Westwood) dükkanında tasarlanmıştı. Filmde ‘şeytan Prada giyer’ken, 70’lerin devrimcisi de belirli bir markası olmasa da illa ki parka giyiyordu. Dolayısıyla ‘moda’yı bir kalemde silip atmak saçma bir şey olur. Ama bu haliyle moda özellikle de “haute couture’ sınıfsa farkları vurgulayan ve destekleyen, gösteriş ve gösteriyi her şeyin üzerinde tutan güzellik normları empoze eden olumsuz bir rol üstlenmiş durumda.
‘Şeytan…’ genç ve güzel Andy’nin (Anne Hathaway) ‘Runaway’ adlı moda dergisine girişi, orada başarıya ulaşması ve sonra özüne dönmesinin hikayesini anlatıyor. Anne’in patronu yani filmin adındaki şeytan ise derginin editörü Miranda Priestly (Meryl Streep). Miranda dehşet bir yaratık; hırslı, acımasız bir diktatör. Andy’nin ise modayla alakası yok, asıl amacı New Yorker’ gibi bir edebiyat dergisinde iş bulmak; Runaway de çalışmayı kendisine kapılar açacak bir ara aşama olarak görüyor. Ama Andy’nin her şeyiyle oraya ait olması gerekiyor eğer işini kaybetmek istemiyorsa. Bu da önce giysilerini değiştirmekten, sonra da Miranda’nın kölesi olmaktan geçiyor. Bu yolda ona mihmandarlığı derginin önemli adamlarından Nigel (Stanley Tucci) yapıyor. Andy başarıya adım adım yaklaşırken sevgilisi ve arkadaş çevresiyle ilişkileri bozuluyor. Fakat bu arkadaş çevresi ve sevgili filmde çok yüzeysel bir rol alıyor. Asıl romans Andy’yle Miranda arasında yaşanan.
Evet, film Miranda’nın acımasızlığını gösteriyor; evet, bu iş dünyasında aşka yer olmadığını ama ayak oyunlarının belirleyici öneme sahip olduğunu vurguluyor ama yine de bu dünyaya hayranlıkla bakmayı sürdürüyor. Filmsanki sıradan insana ”moda dünyası pırıltılı bir yer ama orada gerçek mutluluk yok, dolayısıyla durumunuzdan çok da şikâyet etmeyin, sahip olduklarınızla yetinin” der gibi. Zaten bu sektörde yer almak için can attığı filmde sıklıkla söylenen milyonlarca kızın moda dünyasında istihdam edilme şansları yok. Herkes kendi evine, kısacası. Bize de bu pırıltılı dünyayı dikizlemek düşüyor. Kendimle çeliştiğimi bilerek söylemek gerekirse, ben bu dikizden keyif aldım. Streep ve Tucci çok iyiler, Hathaway ise şık giysiler içinde çok çekici. Film bütün yüzeyselliğine rağmen keyifle izleniyor. Moda dünyası da buna dair değil mi zaten?