GAZETE/DERGİ: Birgün
Batacak bu dünya!
Lars von Trier! Deli, manyak, dahi! Kendinden nefret eden bir megaloman! Mükemmeliyetçi bir anarşist! Kontrol hastası bir doğaçlamacı! Hepsi, hepsi, hepsi…
Von Trier kendisini bir kadın ya da bir çocuk olarak tasvir ediyor filmlerinde. Ya da iki kadın ve çocuk olarak tasvir edebiliyor Melankoli’de olduğu gibi. Ama bir erkek olarak tasvir etmiyor. Melankoli aileyi anlatıyor. Von Trier’in hallerini anlatıyor. Aile şöyle: Anne bir diktatör ve dibine kadar anti-sosyal biri. Baba, anne tarafından kastre edilmiş, ayyaş, sevimli ve tamamen iktidarsız. Bu anne ve babanın iki kızı var ve bu kızlar birbirlerinin anti tezi gibiler. Depressif olanın adı Justine, konformist olanın adı Claire. İkisinin de von Trier’i temsil ettiğini düşünüyorum. Film melankolik ya da depressif Justine’den yana, amenna. Ama bu filmi Justine yapabilir miydi? Yapar mıydı? Bir film yapmak büyük bir organizasyon gerektirir her şeyden önce. Bunu Claire yapabilir ama Justine yapamazdı. Bir film yapmak iletişim kurma isteğini gösterir, geleceğe bir şey bırakma arzusuna işaret eder. Justine’de bunlar yok ama Claire’de var. Öte yandan film Claire’i yanlışlıyor, inandığı şeylerin boş olduğunu gösteriyor. Gerçekle yüzleşecek cesareti olmadığını gösteriyor. Lars von Trier, Justine olduğu kadar Claire de olmasaydı bu filmi göremezdik, bu da hayatın gerçeği. “Melankoli” adlı bu karamsar çığlıkta, bu “her şeyden ve hepinizden nefret ediyorum; batsın bu dünya!” serzenişinde (serzenişi de kullandım ya…) samimi bir iletişim ve sıcaklık arayışı var. Justine’in reklamcılığın iğrenç dünyasına, her şeyi metalaştıran, ticarileştiren, “değer”sizleştiren kapitalizme, kapitalizmin bu en pis mesleklerinden birine duyduğu öfkeye katılmamak mümkün mü? Bunu zaten reklamcılar da biliyor ve söylüyorlar, genelevde yapılacak herhangi bir iş, reklamcılıktan daha erdemlidir.
DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY LARS VON TRIER
“Melankoli” prologu izleyen iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Justine’in kendi düğününü sabote edişini görüyoruz. Justine kendi düğününde, donunu indirip golf sahasının ortasına işiyor. “Hayat Ağacı”na dair eleştirimde Lars von Trier’in Cannes’daki meşhur basın toplantısında tabiri caizse donunu indirdiğini yazmıştım. O sırada Justine’in sözünü ettiğim eylemi aklımda değildi. Filmi ikinci kere izlerken, işte dedim, tam von Trier’ce bir eylem! Von Trier’in Cannes’daki basın toplantısında lafı Hitler’den hoşlanmaya getirip, bütün törenin ortasına etmesi tam Justine’lik bir eylemdi. Kendi kendisini Lars kastre etmeyecek de kim edecek? Kendisini her zaman kadın olarak çizen Lars, zaten böyle yaparak baştan kendisini kastre etmiş olmuyor mu? Bir de kurtarılamayan çocuk motifi var von Trier filmlerinde. “Deccal”de Charlotte Gainsbourg kendini şehvete kaptırıp çocuğunun ölümünü engellemeyen anneydi. Bu filmde ise çocuğunu kurtarmak için işe yaramaz bir şekilde çırpınan anneyi canlandırıyor Gainsbourg. Değişmeyen tek şey ise çocuğun kurtarılamayışı! Ve hatta “Melankoli”de annenin çocuğunun elini son anda bırakıp, kendi derdine dalışı ile “Deccal”deki anne arasında benzerlik kurulabilir. Bu kurtarılamayan, kaderiyle baş başa bırakılan çocuğun da yönetmeni , Lars von Trier’i temsil ettiğini düşünüyorum.
Peki kendisini hep kadın olarak tasvir eden birine kadın düşmanı diye suçlama yöneltmek saçma mıydı? Tam da değil. “Melankoli”deki güçlü ve kastre edici anne figürü önemli. Lars von Trier’in kısmen özdeşleştiği ve nefret ettiği bir kadın bu. Justine’in, dolayısıyla von Trier’in düzene inançsızlığında bolca annesi var ama bu anne sevilebilecek biri de değil. Babayı kastre eden, konuşturmayan, Lars’ın özdeşleşmesi gereken figürü ortadan kaldıran kişi de bu anne!
GELECEĞE BAKANLAR KIYAMET GÖRÜYOR
Kıyamet ve nostalji! Dünya sinemasının iki trendi bu. Geleceğe bakanlar kıyamet görüyor. Bela Tarr’ın “Torino Atı”yla, “Melankoli” o kadar benzer öğeler içeriyorlar ki… İzole bir mekânda dünyanın sonunu bekleyen atlar ve insanlar!!! Bu kadar benzerlik olabilir mi? (“Melankoli”deki atın adının Abraham olması da muhakkak ki anlamlı. Abraham yani İbrahim, bütün Ortadoğu dinlerinin atası.)
Öte yandan bir de geriye bakan “Hugo” ve “Artist” gibi filmler var. Gelecek bu kadar karanlık görünüyorsa geçmişe bakmak anlaşılır bir şey oluyor. Ama bana sorarsanız “Hugo” ve “Artist”, tamam iyi hoş da, o kadar, abartmaya gerek yok. “Melankoli” ise şüphesiz, yılın en iyi filmlerinden biri.
Son bir şey: Bazı okurlar ve oyuncular (Engin Altan Düzyatan mesela), filmin sonunu açıkladı diye eleştirmenlere ilenirler. Onlar “Melankoli”ye gitmesin. Çünkü Lars von Trier film başlar başlamaz, sonunda ne olacağını gösteriyor. Gidip de boşuna iki saat sıkılmasınlar, vakitlerine yazık. Hatta ben de yazayım, “Melankoli”nin sonunda dünya yok oluyor, herkes ve her şey ölüyor! Anadolu kartalları bile dünyayı kurtaramıyor! Maalesef!