TARİH: 31 Aralık 2016
GAZETE/DERGİ: Birgün
‘Hoş’ bir film ‘La La Land’. Bu kadar göklere çıkarılmasa daha iyi olurmuş. Çünkü bu hoş filmi seyrettikten sonra yine de bir tatminsizlik çöküyor insanın üstüne. Beklentinin yüksekliğinin bunda bir rolü olabilir. Malum, film Oscar’ların ve Altın Küre’nin en büyük adayı ve şimdiden New York eleştirmenlerinin en iyi film ödülünü kazandı. Ama asıl sorun filmin kahramanlarına, onların aşklarına, başarı ve başarısızlıklarına karşı çok fazla bir şey hissetmememdi kendi adıma. Filmin son bölümünde beş yıl sonraya atlayıp, neyin, nasıl kazanıldığı ve kaybedildiğini anlatmadan sadece sonuçlarını göstermesi bunda önemli rol oynuyor. Asıl dramatik anlar seyircinin fantezisine bırakılıyor. Ama sadece o da değil. Öncesinde de filmin büyüsü çok işlemiyor. Büyülenmekten çok ‘hoş’lanmak filmin seyirci olarak bana yaşattığı. Seyretmekten memnun oldum, siz de olursunuz. Ama ruha işleyen pek az şey var kanımca.
Filmin öyküsü klişelere uygun. Klasik caz aşığı piyanist Sebastian (Ryan Gosling) lokantalarda yemek müziği yaparak hayatını kazanmaya çalışır ve kendi caz kulübünü açmayı hayal ederken, oyuncu olmak isteyen genç Mia (Emma Stone) garsonluk yapıp, bir yandan da dizi ve filmlerde bir rol kapmaya çalışmaktadır. Bu tip filmlerde gelenek olduğu gibi, ikili önce birbirinden hoşlanmaz. Sonra bu hoşlanmama aşka dönüşür yavaşça.
Film, adına ilham veren Los Angeles’ta geçer (LA, Los Angeles’ın kısa adı). LA, aynı zamanda Hollywood da demek. LA’de, hayat tıpkı İstanbul’da olduğu gibi değişmektedir. Klasik caz çalınan yerler tuhaf hibrid mekanlara dönüşmekte, klasik filmleri gösteren sinemalar bir bir kapanmaktadır. Bu ortamda Sebastian’ın klasik cazı ölümden kurtarma hayali iyice imkânsız gibi gözükür. Nitekim hayat gailesi Sebastian’ı sevmediği bir müziği yapmaya zorlar, r&b çalan bir topluluğa katılır. Sebastian artık sürekli turnelerdedir, turnede olmadığı zamanlarda da promosyon çalışmaları vaktini tüketir. İkilinin aşkı da bu süreçte tükenmeye başlar. İş bulma çabasında pes eden Mia da baba ocağına geri döner. Tam o sırada şans Mia’nın kapısını yendien çalar ve…
Sinema’nın, Hollywood’un tarihine selam duran filmler nostalji rüzgârını arkalarına alıp maça zaten bir – sıfır önde başlıyorlar. 2011’de ‘The Artist’ sessiz sinemaya selam çakıp, Oscar’ı götürmüştü. ‘La La Land’in de Oscar’lara damgasını vurması sürpriz olmayacak. Emma Stone, Mia rolünde gayet iyi ve sarı, yeşil, mavi elbiseleri içinde çok çekici. Ryan Gosling sevimli ve komik ama romantizmde aynı derecede iyi değil. İki oyuncu da şarkı söyleme ve dans etmede sınıflarını geçiyorlar. Muhteşem değiller ama olmamaları sorun değil. Bu halleriyle daha cana yakınlar. Fakat şarkılar o kadar akılda kalıcı değil. Eleştirmenlerin sık sık filme refere ettiği “Singin’ in the Rain”deki şarkıların kalitesi yok bu filmde. Yine eleştirmenler Jacques Demy’nin ‘Şerburg Şemsiyeleri’ni filmin ilham kaynaklarından biri olarak gösteriyorlar. Doğrusu bana çağrışım yapmadı. Bana çağrışım yapan film ise kimsenin sözünü etmediği Martin Scorsese’nin, bir başka Amerikan kentine ve yine caz müziğine selam çaktığı ‘New York, New York’u oldu. O filmde de Robert deNiro ile Liza Minelli’nin canlandırdığı karakterlerin hayat hikâyeleri benzer yollardan geçmez mi? Hatta iki filmde de kentin adı tekrarlanmaz mı (‘La La’yı ‘LA, LA’ diye yani Los Angeles, Los Angeles olarak düşünürsek)? Ama ‘New York, New York’ müzikal değil, müzikli bir filmdi.
Sözün özü, ‘La La Land’ klasik Hollywood’a selam çakan, iyi çekilmiş, süper değilse de iyi oynanmış, vasat müzikleri ve çok göz alıcı olmayan danslarıyla hoş bir film. Hatta son zamanlarda en iyi vakit geçireceğiniz filmlerden biri bile olabilir. Sadece aklımda kalan bir şarkısı ya da bir repliği ya da kalbime oturan bir anı yok.
*****
Ben, Daniel Blake: Katil uşak değil, patron
Elli dokuz yaşında bir marangoz olan Daniel Blake kalp krizi geçirdiği için doktordan çalışamaz raporu alır. İngiltere gibi bir sosyal devlette normal olan, Blake’in malulen emekli olması ve kendisine emeklilik maaşı bağlanmasıdır diye düşünürüz. Ama Thatcher’la birlikte başlayan süreçte işçi hakları tırpanlana tırpanlana kuşa çevrilmiştir. Doktor raporunun yanı sıra bir de uzman görüşü istenir. Uzmanın yaptığı ankete göre Daniel Blake çalışabilir çıkar. Dolayısıyla emeklilik maaşına hak kazanamaz. O zaman “bari işsizlik maaşı alsam” diye düşünür. “Kolaysa al” derler. “Çalışmak için yeterince çaba harcıyor musun bakalım” derler. Sistem, Daniel Blake gibilerin işini yokuşa sürmek ve onları süründürmek üzere tasarlanmıştır. Üstüne üstlük hayatında bilgisayar görmemiş Blake, başvurularını online yapmalıdır.
Daniel Blake, bu süreçte iki çocuklu dul bir kadın olan Katie’yle tanışır. Daniel, Katie ve ailesine bir tür babalık etmeye başlar. Katie ve ailesi Londra’dan ayrılmak zorunda kalmış, kuzeyde kendilerine tahsis edilen evde yaşamaya başlamıştır. Ama Katie ve çocuklar açlık sınırındadır. Katie’nin, bir açlık krizinde, gıda bankası denilen yerde kendisini tutamayıp, bir konserveyi oracıkta açıp yemeye başlaması dibe vurduğu noktadır. Katie, yemek yiyebilmek için fuhşa yönelir.
Filmin konusu kısaca böyle. Öyle, çok heyecanlı değil. Bir adamın kendisine maaş bağlatma çabası gibi çok da merak uyandırmayacak bir konudan Ken Loach, ilgiyle izlenen bir film çıkarmış. Sadece ilgiyle değil, öfkeyle, nefretle, acıyla izlenen bir film Loach’inki. Aşırılıkları da olan bir film “Ben, Daniel Blake”. Katie hadi “kötü yola düştü”, bari Daniel’le onu batakhanede biraraya getirmese daha iyi yapardı Loach. Ya da sokak ortasında bir diskur çekip, sahneden o adam olmasaydı, bence daha iyi olurdu.
Ama bu aşırılıklarına rağmen, “Ben, Daniel Blake” çok iyi ve gerekli bir film. Hatta, bu gerekliliği kanıtlanmış durumda. Filmden sonra yasalarda malulen emekli olma konusunda değişiklikler olmuş, sıkı denetimler gevşetilmiş. Filmin, buna en azından kısmen katkısı olduğu söyleniyor. Ve, bunun ötesinde film, kapitalizmin nasıl bir anti-sosyal özü olduğu ve bu öze karşı sürekli mücadele etmek gerektiğini hatırlatıyor. Dayanışmanın güzelliğini, en kötü koşullarda bile insanlığın önemini vurguluyor. Daha ne yapsın?
Cannes’da “Ben, Daniel Blake” o kadar da beğenilmedi. İngiliz bir film eleştirmeni arkadaşım yarısında çıktığını söylemişti. Verhoeven’in gemisini kurtaranın kaptan olduğu bir kötülük denizinde, en az herkes kadar kötü ama belki herlkesten daha fazla hayatta kalma becerisi olan bir kadına güzelleme niteliğindeki “O Kadın”ı, Jim Jarmush’un muhafazakar küçük kasaba yaşam tarzına saygıda bulunduğu “Paterson”u, “Ben, Daniel Blake”den çok daha fazla beğenilmişti. “Ben, Daniel Blake” söyleyeceğini doğrudan söyleyen, arthouse’ın popüler “muğlaklık” yaklaşımına yüz vermeyen, siyaseten doğrucu bir film. Sevilmemesi için yeterli nedeni var, yani. “Ben, Daniel Blake”in kusurları affedilebilir cinsten. Temele dair değil. Oysa, “Paterson”un, “O Kadın”ın kanımca öze değin sorunları var. Ve yine kanımca, bu durum onları “iyi” film olmaktan alıkoyuyor ve “Ben, Daniel Blake”in altına itiyor. Kısacası kaçırmayın, derim.
*****
2016’da iz bırakanlar
Geleneksel olarak eleştirmenler yılın en iyilerini sıralıyorlar. Bana bu iş biraz tuhaf gelir hep. Yılın en iyi beşinci filmiyle altıncısını ayıracak hangi hassas kıstaslarım olabilir ki?
Kısaca ben de yılın en iyilerini, bir sıraya koymadan anayım. Umarım unuttuklarım olmaz. “Carol”, “Saul’un Oğlu”, “Prensim”, “Julieta”, “Frantz” ve “Canavarın Çağrısı” yabancılarda beni en çok etkileyen filmler oldu. Yerli filmlerde “Kasap Havası” ve “Kalandar Soğuğu” yılın en iyileriydi. Başka birçok film daha var tabii ama listeleri kısa tutmak belki de daha iyidir.