TARİH: 24 Nisan 2010
GAZETE/DERGİ: Birgün
Liberal entelijensiya ezber bozmaya başlamadan önce tabu yıkmaya bayılırdı. 12 Eylül cuntasının gücü altyapıyı hazırlamıştı ama üst yapıyı halletmek üniformalıları aşıyordu. Bu işi siviller üstlendi doğal olarak. Eski solcu iseler, inandırıcılıkları da daha yüksek oluyordu. Gülay Göktürk’ün “Nokta”sı devireceği tabular arasına Yılmaz Güney ve Nâzım Hikmet’i koymuştu mesela (sanırım 80 sonlarıydı). Aslında tabulaştırmak gerçekten de yapılan bir şeydi ve eleştirel düşüncenin önünü kapıyordu. Sol idollerine toz konduramıyordu. “Arkadaş” filminde Yılmaz Güney’in canlandırdığı devrimci Azem’in gittiği tatil beldesindeki en önemli icraatlarından biri, orada çalışan genç işçiyi uzun saçlarını kesmeye ikna etmekti. “Elalemin saçından sana be kardeşim. Solculukla saç şeklinin ne alakası var?”, demek o zamanlar kimsenin aklına gelmediği gibi, gelse de bunu söylemek cesaret işiydi. Hoş sonradan da pek kimsenin aklına gelmedi bu eleştiriyi yapmak ve sonunda hala insanların etek boyundan veya yırtmacından aşağılayıcı biçimde söz eden yazılarla solculuk yaptığını sananlara rastlamaya devam ettik. Ama liberal ya da düpedüz sağcı yazarların dertleri solu içerden eleştirmek ve böylece geliştirmek değildi elbette. Onlar 12 Eylül’ün ezdiği sola son darbeyi indirmeye çalışıyorlardı. 25 Ocak 2000’de Fatih Altaylı Hürriyet gazetesinde Yılmaz Güney’i yok etme kampanyasını başlattı. Bir sürü hakaretin ardından Altaylı yazısını şöyle bitiriyordu: “Benim için Yılmaz Güney, Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir katildir. Bugün hâlâ Avrupa’da Yılmaz Güney’in mirasıdır başımıza bela olan… Gerisi palavra…”
OLAĞAN ŞÜPHELİLER
Altaylı’nın başlattığı bu kampanyaya derhal diğer “olağan şüpheliler” de katıldı. Serdar Turgut (ki ciddiye alınabilecek bir şeyler de söylemeye çalışan tek kişidir içlerinde), Engin Ardıç ve Hadi Uluengin hemen destek yazıları döşendiler Altaylı’ya. Onlara göre de Güney sadece bir katildi, lümpendi ve kesinlikle entelektüel değildi.
İşte bizim “made in 12 eylül” fikir önderlerimize göre Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden Yılmaz Güney, İtalya’nın Lecce kentinde düzenlenen 11. Avrupa Sinema Film Festivali’nin “Avrupa Sinemasının Kahramanı” bölümünün bu yılki ismiydi. Daha önceki 10 yılın kahramanları ise Krzysztof Zanussi, Carlos Saura, Otar Iosseliani, Jules Dassin, Andrzej Wajda, Edgar Reitz, Andrej Tarkovski, Theo Anghelopoulos, Nikita Michalkov ve Costa Gavras’mış. Bu yönetmenlerin hiçbirinin ülkesinden bir gazetecinin çıkıp da, “ ….. adlı yönetmen bizim Avrupa’daki imajımızı yerle bir etti, başımıza bela oldu…” falan gibi laflar edebileceğini düşünebiliyor musunuz? Ne talihsiz bir ülkedir bu, ne biçim insanlar bu Altaylıgil?
Güney’in tam 11 filmi gösterildi bu bölümde: Seyyit Han, Aç Kurtlar, Umut, Ağıt, Arkadaş, Endişe, Zavallılar, Sürü, Düşman, Yol ve Duvar. Güney’in sadece filmleri gösterilmedi, “Yılmaz Güney Sineması” başlığı altında bir konferans düzenlendi, bir de Massimo Causo’nun editörlüğünü yaptığı “Yılmaz Güney-Liberare il Cinema” (Yılmaz Güney-Sinemayı Özgürleştirmek” adında bir kitap yayımlandı. Konferansa resmi düzeyde de katılım vardı: Büyükelçiliğimizden Ayşem Aygün Atalay, moderatör ve İtalya Sinema Yazarları derneği Başkanı Bruno Torri’nin sunumundan sonra açılış konuşmasını yaptı. Atalay ayrıca aynı akşama festival içinde yer alan Türk Filmleri Bölümü ve Yılmaz Güney Retrospektifi vesilesiyle bir yemek de verdi. Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney için bu olağanüstü bir andı elbette. İlk defa Yılmaz Güney adına resmi bir davette yer verilmiş oluyordu.
REGRESYON SİNEMASI
Konferansın üç ana konuşmacısı ben, Umberto Rossi ve Roberto Silvestri idik. Ayrıca Fatoş Güney, festival başkanı Alberto La Monica, Güney kitabının editörü Massimo Causo, Vincenzo Camerino, Luciana Castellina, Klaus Eder (FIPRESCI Genel Sekreteri), Giuseppe Gariazzo ve Silvana Silvestri de konuşmalarıyla konferansa konuşmalarıyla katkıda bulundular.
Konuşmamda Yılmaz Güney Sineması’yla bugünün Türk sineması arasındaki farklar ve benzerlikler arasında durmaya çalıştım. Temel iddiam bugünün Türk sinemasının, bir regresyon sineması olduğuydu. Regresyondan kastım daha geri olan bir gelişme düzeyine rücu, koruyucu bir babaya duyulan özlemdi. Taşraya dönüş, şehirden, şehir hayatı ve insanından ve daha gelişkin bir sosyallikten umudu kesiş gibi unsurların öne çıkışıydı. Bu regresyonu da hala içinde yaşadığımız 12 Eylül’e bağlamaya çalıştım. Derviş Zaim’in bir anlamda Yeni Türk Sinemasını başlatan filmi “Tabutta Rövaşata” yla, şu an itibarıyla son filmi “Kosmos”un kahramanları arasındaki benzerlikler olduğu söylenebilir. İkisi de evsizdir, ikisi de kahvehanelerde çay içerek (ve parasını ödemeyerek) yaşar, ikisi de başkalarının mallarına tecavüz eder, ikisi de çocuksudur. Topluma uyum sağlayamazlar ama toplumsal projeleri olan asiler değildirler. Yalnız ve çaresizdirler. Kaplanoğlu’nun üçlemesi yapısı itibarıyla zaten bir gergiye dönüş içerir, bugünden başlar geçmişe gider ve kayıp, koruyucu bir baba özlemini dile getirerek ve belki de yüce bir babaya sığınarak son bulur. Ceylan’ın filmlerinde taşralılar hala insancıl bazı değerlere sahipken, kente uyum sağlamış olan kahramanlar, güvenilmez, yalan söyleyen, ideallerini yitirmiş kişilerdir. Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu’nda en akıllı ve sağlıklı kişi doğayla bağını koparmamış, Alzheimer hastası yaşlı annedir. Üç kardeşin de hali anneden çok daha kötüdür ve film insani bazı değerlerin varlığını hala sürdürdüğü taşrada sona erer. Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”u ile Özcan Alper’in Sonbahar’ında hapisten hasta halde çıkan devrimciler için son ve tek sığınak taşradaki aileleridir. İki devrimci de anne/babalarının kucağında ölürler.
Kısacası Yılmaz Güney’in ileri ve daha aydınlık olduğunu umduğu bir geleceğe bakan (en azından bazı kahramanlarıyla)sinemasıyla bugünün yeni Türk sineması arasında ciddi bir fark vardır. Bu konuya devam etmek üzere şimdilik nokta koyayım.
Lecce Festivali’nde 3 film öne çıktı. Alman Filmi “Desperados on the Block” hem Fipresci , hem de büyük ödül olan Altın Zeytin Ağacı’nı kazandı. Emil Rudzik böylece ilk filmiyle dikkatleri üzerine çekti. Sloevn yönetmen Igor Strek’in “9: 06”sı ve Alvaro pastor ile Antonio Naharro’nun birlikte yönettiği “Ben de” festivalde diğer öne çıkan ve çeşitli diğer ödülleri alan filmler oldu.