TARİH: 29 Aralık 2012
GAZETE/DERGİ: Birgün
İlk hayalde aşk
19. yüzyıl sonlarında bir gün genç Anna Karenina St. Petersburg’dan Moskova’ya trenle bir yolculuk yapar. Anna’nın erkek kardeşi karısını aldatmaktadır. Anna durumu idare etmeye, kardeşiyle yengesinin arasını bulmaya çalışacaktır. Yolculuk sırasında Anna, tecrübeli bir kontesle karşı kaşıya oturur. Kontes Vronskaya, Anna’ya hayatı boyunca hep aşk içinde yaşadığını ve “keşke yapsaydım” demektense “iyi ki yapmışım” demeyi tercih ettiğini söyler. Aldatma ve çok eşlilik kısacası Anna’nın baktığı her yerde vardır. Toplum kuralları (aristokrasinin kuralları) içinde normaldir bu. Genç erkeklerin cinsel eğitimlerindeki master seviyesi evli bir kadınla yaşanan ilişkiyle tamamlanır. Kontes Vronskaya, oğlu Vronski’den ve onun sevdiği kız Kitty’den de söz eder. Kitty 18 yaşında bir tazedir. Anna da 18 yaşında evlendiğini hatırlar. Şimdi 25-26 yaşlarındaki Anna’nın 7-8 yaşlarında bir oğlu vardır.
Anna, genç Vronski’ye ne zaman aşık oldu diye sorsalar, kontes Vronskaya ile yaptığı bu sohbet sırasında aşık oldu derim. Henüz Vronski’yi görmeden önce yani. Anna kafaca her açıdan bir “aşk” yaşamaya hazırdır. Karşısında hem taklit edeceği, hem de oğlunu kapacağı bir anne figürü yani Kontes Vronskaya vardır; ayrıca kendi 18 yaşındaki halini aklına getiren bir rakip olarak Vronski’nin sevgilisi Kitty de tabloda yer alır. Anna hem kontes gibi yetişkin ve güçlü bir kadın olmak, hem de 18 yaşına geri dönmek arzusundadır. Denklem Vronski sahneye çıkınca tamamlanır. Vronski neden Anna’ya aşık olur, bu sorunun cevabı daha muğlak. Ama Anna’nın yüksek bir devlet memurunun karısı oluşu onu saf ve naif Kitty’den daha cazip kılmış olmalı Vronski için.
Bütün havalarına, afra tafralarına rağmen ya da tam bu havalarıyla birlikte, kendi fantezileri içinde kaybolan ve oradan çıkıp gerçek hayata karışmayı beceremeyen iki geçkin çocuktur Vronski ve Anna. Aşkları da bu yüzden bu kadar trajiktir. Yetişkinler gibi aldatmanın kurallarını uygulamayı beceremezler. Gerçekle fantezi arasına sınır koyamazlar. Bu yüzden hem daha sahicilerdir başkalarından hem de birbirleriyle daha az ilişki içindedirler, başkalarına göre. Aslında bir çift olamıyor Anna ve Vronski. Bu ilişki bir an önce bitse de herkes huzura kavuşsa diye iç geçirirseniz filmi izlerken, hem Anna’nın başına geleceklerden korktuğunuz, hem de bu ilişkiye tam olarak ikna olamadığınız içindir. Yeterince romantik olmadığınız için değil.
Anna ve Vronski toplumsal kurallarca belirlenen tiyatro oyununa uyum sağlayamaz ve bu oyunu kavrayamazken, kendilerini bu oyunun en renkli ve acıklı hikayesinin başrollerinde bulan iki şaşkındır. Tiyatro demişken filmin birçok sahnesinin bir tiyatro oyunu olarak sahnelendiğini söyleyelim. Yönetmen Joe Wright von Trier’in “Dogville”i ile, Aronofski’nin “Siyah Kuğu”su arasında, minimalin maksimalle, dramatiğin epikle flört ettiği, oyuncak trenlerin ve gerçek doğanın birbirini izleyen sahnelerde yana yana geldiği bir üslup tutturmuş. Baz Luhrmann’ın “Moulin Rouge”unu düşünenler de çok var ama o filmi sonuna kadar seyretmeyi başaramamıştım.
İlk başta Keira Knightley’i yadırgasam da sonra Anna rolüne uygun olduğuna karar verdim. Vronski ise daha acayip bir tip. Aaron-Taylor Johnson, sarıya boyalı saçları, kumral bıyıkları ile aklımızdaki 19. yüzyıl Rus subaylarından çok, Cemil İpekçi’nin genç ve yakışıklı bir versiyonuna benziyor. Filmin sürprizi ise Jude Law’un Karenin rolünde kara kuru bir bürokratı oynaması. Law filmin belki de en dokunaklı karakterini çok iyi canlandırıyor. Başka çiftler de var filmde Levin ve Kitty, Oblonski ve Dolly gibi. Ama onların hikayeleri çok da heyecan vermedi bana. Levin’le Kitty’nin konuşmadan anlaştıkları sahne keşke daha iyi çekilseymiş. Kitapta okurkenki gerilimi bulamadım.
Sonuçta Anna Karenina kalburüstü bir film. Kaçırmayın!