TARİH: 5 Mart 2016
GAZETE/DERGİ: Birgün
Oscar ödülleri dağıtıldı, büyük “merak” sona erdi. Aslında en iyi filmi “Spotlight”ın alması dışında büyük bir sürpriz olmadı. Leonardo’nun Oscar sorunu çözüldü. O da bize küresel ısınma konusunda duyarlı bir konuşma yaptıktan sonra, muhtemelen özel jetine atlayıp evine gitti. Tabii ki dünyanın ısınmasından Leonardo’yu sorumlu tutatacak değilim ama Oscar töreninin ve o geceye katılan kitlenin kişisel tüketimlerinin yarattığı çevre kirliliği, yoksul milyonlarca insanınkine bedel olabilir. Dünyanın en zengin ve en hovarda yaşam tarzına sahip olanlarının katıldığı bu törende de, bu mesajın veriliyor olması güzel öte yandan. “Ne yapsın Leonardo?” deyip filmlere geçelim.
The Revenant:
Bu film hakkında tek yazdığım şey, facebook’taki paylaşımımdı. O paylaşımımda filmi “lüzumsuz” olarak nitelendirmiştim. Hala filmin lüzumsuz olduğunu düşünüyorum. Evet, Emmanuel Lubezki müthiş bir görüntü yönetmeni, aldığı Oscar’ı hak ediyor. Görsel efektler ya da bilgisayarda yaratılan imgeler de çok başarılı. Filmin bunlardan başka bir erdemi de yok. Konu inandırıcı değil hatta saçma. Tarihsel gerçeklerle de örtüşmüyor. Örneğin filme esin kaynağı olan yaşam öyküsünde Leonardo’nun karakterinin bir oğlu yok, dolayısıyla olmayan oğul öldürülmüyor da. Dolayısıyla yaşanan hikayede alınan bir intikam da yok, hatta terk etme eyleminin affedilmesi var. Ama bunlar filmin asıl kusurları değil. Hikaye gerçekle uyumsuz olsa da iyi bir hikaye olabilirdi. Değil. İkna etmediği gibi, sağlam bir mesajı da yok.
Çakma Tarkovski, çakma Mallick, çakma Kurosawa, çakma Cuaron, çakma Yılmaz Güney… Filmi seyrederken bunları düşündüm. Tarkovski’den araklanan planlar zaten sosyal medyaya düştü. Mallick taklidi anılar ve fısıltılardan da söz edildi. Dersu Uzala’daki gelen fırtınaya karşı barınak yapmadan pek söz edilmedi. Cuaron’un “Children of Men”indeki kameraya kan sıçraması sahnesinin taklit edilmesinden de söz edilmedi sanırım. Yılmaz Güney’in “Yol”undaki atın karnını açıp, içinde ısınma sahnesini ise filmin yeni kurgusunda izleyeceğiz. Ama bir Güney hayranı olan ve kesişen hayatlar tarzı filmlerinde “Yol”dan ilham aldığını söyleyen Inarritu’nun “Yol”un bu hikayesini bildiğini varsayabiliriz. Reklam kökenli Inarritu gerçek sanatçılardan çalıp çırpmayı, göz boyamayı ve malını satmasını iyi biliyor.
Mustang:
Bu saatten sonra Mustang’in kendisinden söz etmektense, neden bir fenomen olduğunu anlamaya çalışmayı daha anlamlı görüyorum. İlk filmlere özgü birçok kusur barındıran, ikna etmeyen ama kimi erdemlere de sahip Mustang vasat bir film olarak, gelip geçecekken, nasıl oldu da bu noktalara kadar geldi? Nasıl oldu da bir ödül canavarına dönüştü; eleştirmenlerden, yönetmenlere ve oyunculara Batı’da bu kadar çok kalbi fethetti? Bu sorunun cevabını filmin üstün niteliklerinde arayıp bulamayız çünkü öyle nitelikler filmde yok. Bu sorunun cevabı Batılının Doğuluya, Hıristiyan’ın Müslüman’a bakışında yatıyor bence.
Bir başka yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli yönetmenin, çok başarılı olmuş filmini hatırlayalım: Fatih Akın’ın “Duvara Karşı”sını. “Duvara Karşı”nın kahramanı da vahşi bir at (mustang bu anlama geliyor) diyebileceğimiz bir Türk kızıydı. Sibel Kekilli’nin canlandırdığı karakter cinsel özgürlüğünü yaşamaya kararlıydı. Bunun için göstermelik bir evlilik yaparak ailesini tatmin ediyor, sonra bildiğini okuyordu. Türkiye’ye döndüğünde ise başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmez dedirtecek cinstendi. Tecavüze uğruyordu, bıçaklanıyordu vb. Bütün bunlar Türkiye’de yaşanan şeyler elbette. Önemli olan filmin kurduğu Batı-Doğu karşıtlığıydı. Biri özgürlük, diğeri şiddet ve baskıyı temsil ediyordu. Batılıyı ve Doğuluyu tam da Batılının görmek istediği şekilde gösteriyordu film. Doğulu kadın ezilen olduğu için kültürün yeniden üretimindeki sorumluktan muaftı, İslamcının baskısından kurtarılması gereken masumdu. Ne İslamcısı demeyin! Sight&Sound gibi ciddi bir dergide Sibel’in ailesi İslamcılar olarak nitelendirilmiş, ben de “ne İslamcısı!” diye bir okur mektubu yazmıştım ve S&S’in okur mektupları bölümünde yayımlanmıştı. Sıradan bir Müslüman, Batılı için açıkça siyasal anlamları olan İslamcıyla aynı şeydi.
Aynı durum “Mustang” için de geçerli. “Mustang”in kızları ya da vahşi atları da İslam’ın elinden kurtarılması gereken masumlar Batılının gözünde. The New Yorker dergisinden Richard Brody bu kılzarı “victims of İslamic orthodoxy” olarak niteliyor. Yani “İslami ortodoksluğun kurbanları” diye. Alo? Ne islam ortodoksisi yahu? Neden söz ediyorsunuz siz? Kafayı mı yediniz, diyesi geliyor insanın. Bu kavramı Slant dergisinin ya da internet sitesinin yazarı Ed Gonzalez de pek beğenmiş. O da “Mustang’s… five sisters literally and figuratively imprisoned by Islamic orthodoxy” demiş. Yani şu meşum İslam ortodoksisinin resmen hapsettiği kızcağızlar… Ed Gonzalez, Türkiye için bir Arap ülkesi de demişti ama benim okur mektubumdan sonra Arap ülkesi Ortadoğu ülkesi olarak değiştirilmiş. Sıradan bir Batılı için Ortadoğu’da yaşayan bütün halklar Araptır. Türk, Kürt, Fars ve Arap ayrımı yapmayı beceremezler. Bunun için cahil İslamofob olmak da gerekmez. Liberal bir film eleştirmeni için de durum farklı değil.
“Duvara Karşı” ve “Mustang” örneğinde de görüldüğü üzere Batılı için suçlu belli: İslam. Bu, açıkça dinsel bir ırkçılıktan başka bir şey değil. İslamofobi tam da bu! Bunun için Le Pen’e, Donald Trump’a filan bakmaya gerek yok. En liberale bakmak dahi yeter. Peki Mustang filminin suçu mu bu, filmin böyle çarpık algılanıyor olması? Sanırım, bu sorunun cevabı kısmen de olsa evet!
Ben dinlerin toplumlardan çıktığını, toplumların dinlerden çıkmadığını düşünürüyorum. Tabii ki arada diyalektik bir ilişki var ve tek taraflı bir belirlenim söz konusu değil. Dünya üzerindeki bütün toplumlarda kadının şu ya da bu ölçüde ezildiğini, ikincilleştirildiğini görüyorum. Dinler de bunu yansıtıyor ve yeniden üretiyor. Ne kadar laikleşilirse, toplum ne kadar ilerlerse, kadın da o kadar özgürleşiyor, din o kadar geriliyor. Ama ortada “kadın dostu” ve “kadın düşmanı” dinler yok. Hepsi birbirine benziyor. Özellikle bir dini ya da toplumu geri veya gerici görmeyi ise ırkçılık olarak değerlendiriyorum. Batılının “Mustang”i göklere çıkarmasının ardında bilinçaltlarında yatan bu ırkçılık ve kendini üstün görme hali var.
Batı’da kadına mutlak özgürlük, Doğu’da kadına mutlak şiddet var bakışı hem “Duvara Karşı”da, hem de “Mustang”de yeniden üretiliyor. Mustang kızlarının başına da pişmiş tavuğun başına gelmeyecek şeyler geliyor ve nihayetinde en küçük kız soluğu Batı’da, Türkiye’nin en Batılı kenti İstanbul’da alıyor. Ve özgürlüğe kavuşuyor.
Söz konusu iki filmin de devşirmelerce yapılmış olması da enteresan. Bir Batılının düşüneceği ama söylemeye utanacağı şeylere, otantiklik, ikna edicilik katıyor devşirme bakışı. Osmanlı ordusunun en başarılı olduğu dönemde devşirmelerden oluşması boşuna değildir. Devşirmelerin kraldan çok kralcı olma potansiyelleri mevcuttur.
Laf uzadı, diğer filmlere yer kalmadı. Kısaca “The Danish Girl” ve “The Room”u çok çok vasat filmler olarak görüyorum. Spotlight’ın en iyi film seçilmesine, çocukluğunda cinsel tacize uğramış biri (evet, hayatımda bu da var!) ve gazeteci olarak sevindim. Hak ediyordu, çok şahane bir film olmasa da.
Son söz, siyahların aday gösterilmemesi tartışması üzerine. Irkçılık var ve elbette bu film üretimine de yansıyor. Ama son yıllarda bu ayrımcılığın en az yansıdığı yerlerden biri herhalde Hollywood. Bu yılki protestoların abartılı olduğunu düşünüyorum. ABD’de Siyahların nüfusa oranı yüzde 12 civarında. Sinemaya da Siyahların bu oran civarında yansımaları beklenebilir. Bunun altında olması yoksulların pek film çekebilecek güçlerinin olmamasındandır ve Siyahlar Beyazlara göre daha yoksuldur. İşe bu eşitsizlikten başlamak gerek önce. Ve sonra da buradan devam etmeli. Sinemaya ne kadar işçi sınıfı öyküsü yansıyor? Kaç hizmet sektörü çalışanı filme konu oluyor? Hayatları ABD destekli operasyonlarda, karışıklıklarda tarümar edilen milyonlarca Ortadoğulunun kaçının hayatı filmlere yansıyor? Niye kimse, “bunlar neden sinemamızda eksik?” diye protesto etmiyor. “Bana ödül niye yok?” diye olay çıkarıyor Hollywood’un miltimilyoner Siyahları, başka bir dertleri yok. Hadi canım siz de!
Şimdi bunu engellemek için uzun zamandır çalışmayan eski kuşağın oy hakkı ellerinden alınacakmış. Ne saçma! Peki, yaşlı kadın oyuncular yaşlı erkek oyuncular kadar rahat iş bulabiliyor mu? O yaşlı oyuncular içinde, 68’liler, Siyahların eşit haklara sahip olması için mücadele edenler, bu uğurda çok acı çekenler de var. Onların oy hakkı ellerinden alınınca Siyahlarla Beyazlar eşit olacak, öyle mi?
Hollywood aklı işte.