Naomi Klein’ın Boğaziçi Üniversitesi’nde bir konuşma yapacağını Kürşat Kahramanoğlu’ndan gelen bir e-postayla öğrendim. E-postada Kahramanoğlu ayrıca Klein’la yapmayı planladığı söyleşiyi yapamayacağını, çünkü o tarihlerde burada olmayacağı yazıyordu. Naomi Klein! Adını duyar duymaz çok heyecanlanmıştım çünkü Klein son yıllarda beni en çok etkileyen kitabın yazarıydı. “Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi” adlı kitabı neo-liberalizmin tarihsel ve teorik temellerini, sermayenin politik ve doğal felaketlerden yararlanarak emek karşısında nasıl kazanımlar elde ettiğini çok yalın ve son derece akıcı bir dille anlatıyordu. Sadece bu da yoktu kitapta. İşkence tezgâhlarından geçmiş, şoka uğratılmış, terörize edilmiş bir kuşaktan geliyordum. Kitabın ilk bölümü modern işkence tekniklerinin ABD üniversitelerinin psikoloji bölümlerinde CIA işbirliğiyle nasıl geliştirildiğini anlatıyordu. Kişiyi silmek ve yeniden yazmak gibi saçma ve korkunç bir hedefle başlayan çalışmalar, işkence tekniklerinin geliştirilmesine evrilmişti.
DEVREYE GİREN ŞOK TEDAVİLERİ
“Silmek ve yeniden yazmak” sermayenin de hedeflediği bir çalışma biçimiydi. Ekonomide bunun teorisi ve propagandası ise Nobel ödüllü Milton Friedman tarafından yapılıyor. Bir toplum şoka uğramışsa normal koşullarda kabul etmeyeceği birçok uygulamaya ses çıkaramayabilir. Eğer deprem, sel ya da tsunami gibi doğal bir felaketin yarattığı şok varsa ne ala, yoksa da darbelerin yarattığı terör bu şoku suni olarak sağlıyor. Şokun ardından da gelsin özelleştirmeler, gelsin sosyal harcamalarda kesintiler, deregülasyon ve işçi haklarının tırpanlanması. Bu şok tedavisinin prototipi de Pinochet liderliğindeki Şili’ydi. Türkiye de 12 Eylül’le aynı tezgâhtan geçti. Türkiye’de neoliberal politikaları (24 Ocak kararlarını) Turgut Özal yazdı, Demirel hükümetinin uygulamaya gücü yetmeyince de cunta ve başbakan yardımcılığına getirilen Özal birlikte sahneye koydu. Bugün kaderin cilvesi, sıkı Turgut Özal hayranı olan gazeteciler ve politikacılar aynı zamanda en sıkı darbe karşıtlarının da kendileri olduğunu ileri sürebilmektedir. Mesela Taraf gazetesi Özal için “Tantana Yapmadan Devrim Başlattı” diye bir başlık atabilmiştir. Hâlâ sosyalizmi savunduğunu iddia eden kimi yazarlar, yurtdışına çıkışta alınan döviz miktarını sınırlamamasından dolayı Özal’ın özgürlükçü biri olduğunu ilan etmiştir. Oysa sermayenin (yerli ve yabancı) istediği, AKP’nin de uygulayıcısı olduğu neo-liberal politikalar militarizmin öz evladıdır. Fakat Kelin’ın kitabının Türkiye’yi de doğrudan anlattığını sanmayın. Hayır, kitapta Türkiye yok ama Türkiye’nin yaşadıklarına çok benzer birçok örnek var.
“Şok Doktrini” sermaye ile emek arasındaki sınıf savaşında, neo-liberalizmin sermaye lehine nasıl kazanımlar elde ettiğinin bir dökümünü yapmasının ötesinde de konulara değiniyor ve işkenceden de söz ediyor demiştim. Beni kişisel olarak en çok etkileyen bölümü kitabın işkencenin bireyler üzerindeki etkisinden söz eden ilk bölümü oldu. Psikolojideki gerileme (regresyon) kavramıyla burada tanıştım. Ağır travmaların, korkuların bireyleri nasıl gerilettiğini bu kitapta gördüm. Ben işkencenin ağırını yaşamadım ama Boğaziçi Üniversitesi’nden alındıktan sonra Birinci Şube, Selimiye, Alemdağ, Sağmalcılar ve Yalova’ya uzanan ve hayatımın yaklaşık iki buçuk senesine yayılan o berbat süreçte yine de büyük bir travma yaşadım. Dolayısıyla kitabın özellikle ilk bölümünü okurken kendi içimde de çok gergin bir yolculuk yaptım ve kendi regresyonumla da yüzleştim.
SUNDANCE FİLM FESTİVALİ
Bu nedenlerden dolayı Naomi Klein’la söyleşi yapmaya gönüllü oldum ve kendisiyle Büyük Londra Oteli’nde buluştuk. Klein, Boğaziçi Üniversitesi’nde 2010 Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı bağlamında vereceği konuşmaya hazırlanmak istediği için söyleşi süresini sınırlı tutmayı istiyordu. Kendisine önce bir parça BirGün’den söz ettim, gazeteyi gösterdim ve film eleştirmeni olduğumu söyledim. Konu o zaman doğal olarak Naomi Klein’ın İstanbul’dan sonraki durağı olan Sundance Film Festivali’ne geldi. Ben de Sundance’e 2000 yılında katılmıştım. Sundance’teki müzik ve sinema etkinlikleri derken konu Klein’ın kocası Avi Lewis’le birlikte yaptığı “The Take” (Almak) adlı belgesele geldi. Bu film Arjantin’de bir fabrikaya el koyan işçilerin yaşadıklarını anlatıyor. 2001 kriziyle birlikte işverenin kapattığı fabrikaya çalışanlar el koyuyor ve işletiyor. Ama elbette polisle ve mahkemelerle mücadele etmeleri gerekiyor.
Filmin bir bölümünde Lhasa de Sela, Mercedes Sosa’nın bir şarkısını (“Yo Vengo a Ofrecer Mi Coracon) seslendiriyor. Lhasa, Temmuz 2005’te İstanbul Caz Festivali’ne katılmış ve benim hayatımda en beğendiğim birkaç konserden birini vermişti. Meme kanserine yakalanan Lhasa’yı maalesef geçtiğimiz 3 Ocak’ta yitirdik.
Klein, Lhasa’yla ilişkisine dair şunları söyledi: “Hâlâ şoktayım. Lhasa’nın daha iyi olduğunu, hastalığını atlatacağını sanıyordum. Fark etmediydim durumunun ciddiyetini. Çok özverili bir insandı. Filmden önce tanışmıyorduk. Mercedes Sosa’nın şarkısını söyleyebilecek birini arıyorduk. Sosa’yı söylemek çok zordur. Lhasa’nın bunu yapabileceğini düşündük. Lhasa filmin kaba halini seyredince hemen şarkıyı söylemeyi kabul etti. Oradaki fabrika işçilerinin mücadelesine inanmıştı ve onlara destek olunması gerektiğini düşünüyordu. “Doğru zamanda, doğru yerde söylenmiş bir şarkı çok güçlü olabilen bir şeydir” derdi. Çok üzgünüm. Lhasa büyük bir sanatçıydı.”
“NİYE TÜRKİYE’DEN SÖZ ETMİYORSUNUZ”
İlk sorum Klein’ı üzmüştü ama ikincisi güldürdü çünkü tipik bir Türk sorusuydu: “‘Şok Doktrin’de neden hiç Türkiye’den söz etmiyorsunuz?”
Bu soruyu Klein’a ilk soran Türkiyeli ben değilmişim tabii ki. Hatta neredeyse takıntılı bir şekilde, başka hiçbir ülkenin vatandaşlarının yapmadığı kadar çok bu soruyu soruyormuşuz! “ Türkiye neo-liberalizmin Paris’idir, nasıl kitapta olmaz!” diye Klein’ın başının etini yemiş vatandaşlarım meğerse. Kısacası Türklük hakkında bir fikri var Klein’ın: Kendisiyle kafayı yemiş, benmerkezci bir millet! Eh vatanımı, elimden geldiğince doğru yansıtmak benim görevim. Gülme faslı bitince Klein sorumu yanıtladı: Kitapta ele aldığı ülkeler tipik özellikleriyle kimi olguları en iyi yansıtan örneklerdi. Her ülkeyi ele almamıştı çünkü böyle yapsaydı çok fazla tekrara düşecekti. Mesela Haiti Başkanı Aristide ile görüşmüş, Haiti üzerine bir bölüm de yazmıştı ama daha sonra kitaptan çıkarmıştı.
Haiti gündeme gelince yine tipik Türkiyeli yaklaşımıyla konuyu İstanbul’a getirdim. İstanbul’un da büyük bir ya da iki deprem beklediğini, Haiti örneğinden sonra bize yapacağı bir uyarı olup olmadığını sordum. Klein, Haiti’yle de çok ilgiliydi ve “Haiti’ye Şok Doktrini Uygulanmasın” diye bir kampanya yürütüyordu. Bu şu demekti: IMF ve Dünya Bankası öncülüğünde uluslararası sermaye her krizden sonra olduğu gibi, çöken ülke ekonomisine doğrudan el koymak için bu fırsatı değerlendirmemeliydi. Bunun gerçekleşmemesi için çaba harcanmalıydı. Nitekim bu kampanya küçük bir sonuç da vermiş gibi. IMF baskılar karşısında Haiti’ye vereceği koşullu krediyi hibeye çevirmeyi düşünüyordu.
Klein bu konuda da şunları söyledi: “Haiti’de yaşanan çöküntünün büyüklüğü uzun yılların ürünü. Haiti yıllar boyunca müdahalelere maruz kaldı. Aristide sosyal politikalar uygulamaya kalkınca ABD’nin katkılarıyla devrildi. Aynı ABD kuklaları yönetilemeyecek kadar yozlaşınca Aristide’i yine başa getirdi ama elini kolunu bağlayarak. Haiti eskiden pirinçte kendine yeterli bir ülkeydi. İthalat kotaları, IMF’nin baskısıyla kaldırıldı ve ülkeye sübvansiyonlu Amerikan pirinci yağdı. Bugün Haiti kendi pirincini üretemiyor. Ulusal sanayi çökmüş durumda.”
HAYAL KIRIKLIĞI VE FAŞİZAN EĞİLİM
Ulusal deyince alarm zilleri çaldı, kafamda. Zaten Klein “Socialist Worker” (sosyalist işçi) adlı sitede yayımlanan söyleşisinde işçi sınıfının 1930’larda başlayan kazanımları arasında ekonomik ulusalcılık gibi bir kavramdan söz ediyordu. Ulusalcılığın herhangi bir türü iyi olabilir miydi ki?
Klein’a ulusalcılığın ülkemizde artık faşizmle eş anlamda kullanılır hale geldiğini ve ekonomik ulusalcılığa kazanım derken ne demek istediğini sordum haliyle. Klein, elbette meselenin sermayenin hangi millete ait olduğuyla doğrudan ilgisi olmadığını söyledi. Mesele neo-liberalizmle birlikte Batı sermayesinin yağmaladığı ulusal ekonomilerde işçi haklarının daha ileri gidip gitmediği, yaşam standartlarının artıp artmadığı, maaşların yükselip yükselmediğiyle ilgiliydi. Ve bütün bu alanlarda ilerleme değil gerilemeler, daha kötüye gidişler yaşanıyordu. Sorun buradaydı ve dolayısıyla globalizmin kötü etkisi de çalışanların hayat standartlarını düşürmesindeydi.
Peki nasıl oluyordu da neoliberaller bu devasa krizden sonra ideolojik egemenliklerini koruyabiliyor, Avrupa’da seçim kazanabiliyorlardı? Klein, Obama’nın Wall Street krizi sayesinde seçimi kazandığını, yoksa McCain-Palin ikilisinin zafere ulaşacaklarını söyledi.
Devletlerin, halkın cebinden yaptığı devasa yardımlarla büyük bankaları kurtarması neo-liberallere kan vermişti. Ama en kötüsü sola yatırım yapan, oy veren genç kuşağın uğrayacağı hayal kırıklığıydı. Bu hayal kırıklığı şimdi faşizan eğilimleri besliyordu ve Britanya’daki BNP (Britsh National Party-Britanya Ulusal Partisi)gibi faşist oluşumlar ABD’de de görülmeye başlamıştı.
Son olarak kapitalizmin insani, iyi huylu bir versiyonunun mümkün olup olmadığını sordum. Dünyanın geldiği bu aşamada bunun mümkün olduğunu sanmadığını söyledi.
Vaktim çoktan bitmişti, daha sormayı istediğim çok soru olmasına rağmen. Ama yapılabilecek tek şey kitaplarını imzalatıp, bir hatıra fotoğrafı çektirip, vedalaşmaktı artık. Bu sohbetin gerçekleşmesini sağlayan yazarımız Koray Çalışkan’a çok teşekkürler!