TARİH: 10 Ocak 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün
Allen’ın Amerikalı karakterleri inandırıcı tipler olmayı başarırken, İspanyolları tam bir fantezi ürünü. Bu kasıtlı mıdır bilemem. Ama bana stereo tiple seyretmek keyif vermiyor…
İki Amerikalı genç ve güzel kadın Barselona’da 2 ay geçirseler nasıl bir fantazi yaşamak isterler? Şöyle yakışıklı bir İspanyol bohem burjuvası (bobo) özel uçağıyla onları alsa, sadece yerlilerin bilebileceği mekânlarda dolaştırsa, Akdeniz erkeğinin şehvetini, bir sanatçının sofistikasyonunu yaşatsa… Mutlu olurlar mı? Yok, yine olmazlar, yine olmazlar. Niye peki?
Woody Allen buna benzer bir soru ve cevaptan yola çıkmış gibi “Barselona, Barselona”da.
İLGİNÇ KARAKTERLERİN DÜNYASI
Vicky (Rebecca Hall) son derece düzen içi bir kızdır, kendi gibi bir işadamı nişanlısı vardır. Rebecca (Scarlett Johansson) ise yönetmen olma hevesleri duyan ama ne olacağına karar verememiş ve muhtemel veremeyecek olan pasif bir kişiliktir. Bu iki kız bir tanıdıklarının Barselona’daki şahane konaklarına iki aylığına misafir olurlar. Bir sergide gördükleri yakışıklı ressam Juan Antonio (Javier Bardem) aynı günün akşamı yemekte masalarına gelir ve onları bir arkadaşının özel uçağıyla Oviedo’ya (küçük bir kent) gezmeye, yiyip içeye ve sevişmeye davet eder. Yekten böyle bir teklifle karşılaşmak kızlardan farklı tepkiler görür. Vicky şiddetle karşı çıkarken, Christina böyle bir maceraya teşnedir. Vicky’nin nasıl ikna olduğunu yönetmen bize göstermez ama sonuçta üç kişi yolculuğa çıkarlar. Sonuçta iki kadın da ressamla ilişki yaşarlar. Vicky sarsılır ama yıkılmaz. Christina ise daha uzun süreli bir birliktelik yaşar Juan’la.
ORYANTALİZM BİR YERE KADAR…
Juan’ın eski karısı Maria Elena (Penelope Cruz) da devreye girer. Bütün karakterler belli ölçülerde karikatür gibidir ama Maria Elena’da bu özellik zirveye çıkar. Akıldışılığı ve zincirlenmemiş duygusallığıyla tam bir Akdenizli ateşli kadın klişesidir. Artık bu kadarı da fazla dedirtecek cinsten. Nitekim Vicky tam da bunu söyler yanii “bu kadarı fazla” deyip çekip gider.
Maria da Juan gibi bir ressamdır ve Juan’ın arkasındaki asıl dehanın kendisi olduğu iddiasındadır. Woody Allen’ın Amerikalı karakterleri inandırıcı tipler olmayı başarırken, İspanyolları tam bir fantezi ürünüdür. Bu kasıtlı mıdır bilemem. Ama bana stereo tiple seyretmek keyif vermiyor. Juan’ın şiir yazan ama nefret ettiği insanlığı güzel şiirlerinden mahrum bırakarak yani onları yayımlamayarak cezalandırmayı seçen babası da tam bir fantezi ürünüdür mesela. Bu sanatçılar, zengin arkadaşlarının uçaklarıyla seyahatler yapıp, sevişmek dışında ne yaparlar? E, tabii ki sanat yaparlar. Nasıl mı? Tuvallerine saldırarak, boya fışkırtarak, fakat görünürde hiçbir düşünsel faaliyette bulunmayarak, yaşadıkları toplumla hiçbir ilişki kurmayarak (baba tipi en uç örneği). Seks konusunda o kadar serbesttirler ki, Juan’ın babası Maria’yı düşlediğini oğluna söylemeye çekinmez. Sanki hedonizmleri hiçbir sınır, hiçbir kaygı tanımaz. Fakat yönetmenin bu sınırsız özgürlük fantezisi sanıldığı kadar da sınırsız değildir. Kadın eşcinselliği bir erkek fantezisi olarak yerini alırken erkek eşcinselliğinin heteroseksüel maço dünyasında yeri olamaz. Ne olurdu Juan’la, Vicky’nin nişanlısı da sevişse sanki? Film aynı masalsılığını yine de korumuş olur muydu?
Woody Allen bu hedonist ve a-entelektüel/asosyal sanatçı tipini olumluyor ve yüceltiyor mu yoksa ona eleştirel mi bakıyor? Filmin çoğunda idealleştiriyor ama sonunda bu tipi “gerçek hayatın” dışında bırakıveriyor. Bir yaz anısı olarak kalıyor İspanya’nın egzotik ve eksantrik sanatçıları. Gerçek hayat Amerika’da çünkü ve oryantalizm (tabiri caizse)bir yere kadar hoş. Film çok az insanın ulaşabildiği bir refah içinde geçen ama nihayetinde ikisi de sığ olan iki yaşam biçimini çarpıştırıyor. Sonuçta ikisi de bir şekilde kaybediyorlar. Başka seçenek yok mu?