TARİH: 13 Haziran 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün
‘Pus’, ‘Hayatın Tuzu’ ve ‘İkiDil, Bir Bavul’
Adana Altın Koza’da ilk defa gösterime çıkan tek uzun metraj yarışma filmi Tayfun Pirselimoğlu’nun ‘Pus’uydu. Pirselimoğlu ‘Ben sıkıcı filmler yapıyorum’ diyor. Ama tabii ki amacı seyirciyi sıkmak değil; ona bunaltıcı, karanlık bir dünyadan kendisinin de sorumlu olduğunu hatırlatmak istiyor. Bu karanlık dünyayı eğlendirerek sunmak da istemiyor. Film İstanbul’un dibindeki Altın Şehir’de geçiyor. Burası, şehirden çok bir makineyi, çökmekte olan bir fabrikayı andırıyor. Ekonomik kriz bütün acımasızlığıyla sürerken, insanlar sadece bu makinenin bir parçasıysalar yaşama şansına sahip olabiliyorlar.
Yaşamak da sadece hayatta kalabilmek anlamında var. Ama makine de çatırdıyor ve dişlileri birer bire kopup gidiyor. Bütün bu acımasız gerçek filme damgasını vuruyor fakat ‘Pus’ gerçekçi bir film de değil. Minimalist üslubuyla diyaloğu çok aza indirmiş, kişilerin geçmişi ya da birbirleriyle ilişkilerine dair verileri minimumda tutmuş bir film. Bir seyircinin de film sonrasında vurguladığı gibi baş kahramanı Camus’nün ‘Yabancı’sından izler taşıyor. ‘Pus’ zor bir film fakat ‘Rıza’ da zor bir filmdi. ‘Rıza’nın ilk etkisi de ‘sıkıcı’ olduğuydu fakat film içimde büyümüş ve derinde bir yerlere dokunmuştu. ‘Pus’u gösterime girdiğinde daha ayrıntılı yazacağım.
KORKUNÇ, TRAJİK VE KOMİK
‘Hayatın Tuzu’ bambaşka bir şehirde Bitlis’te geçiyor fakat aynı ekonomik sıkıntılar, işsizlik, çıkışsızlık duygusu bu filmde de var. Hatta korsan cd/dvd’cilik yapan kahramanlarıyla başka ortak yönleri de var iki filmin. Bu kez biri imam, biri İstanbul’da tutunamayıp geri dönen korsancı bir kardeş, biri fabrikadaki işinden bunalıp kendi işini kurmayı hayal eden başka bir erkek kardeş ve üniversiteye girmeye çalışan bir kızkardeşten oluşuyor temel kişilikler.
‘Hayatın Tuzu’na 12 Eylül’de üzerimize çöken karanlık da damgasını vuruyor. 12 Eylül kentin ve kentlilerin gelişimini bir aşamada durdurmuş, onları bir tür deliliğe mahkum etmiş . Film bu atmosferi vermekte başarılı olurken bir yandan da omurgasını tam oturtmakta güçlük çekmiş. ‘İki Dil Bir Bavul’u aslında Adana’da değil, hemen öncesinde Documentarist’te seyrettim. Film Denizlili tipik bir Cumhuriyet çocuğu öğretmenin, bir Kürt köyünde Türkçe bilmeyen çocuklarla geçirdiği bir öğretim yılını ele alıyor. Bu konuyu Sabite Kaya da ‘Herşey Bembeyaz’ (2006) adlı kısa filminde işlemişti. Kaya’nın filmini çektiği koşullar bugün olumlu anlamda çok değişmiş. Kaya filmini çekerken kendisini ne kadar baskı altında hissettiğini anlatmıştı. Bu filme de olumsuz yönde yansımıştı. ‘İki Dil Bir Bavul’ görece çok daha şanslı. Tamamen yasal izinlerle ve küçümsenmeyecek bir mali destekle çekilmiş.
Fakat asıl konu aynı, burada bir değişiklik yok. Saldım çayıra, mevlam kayıra mantığıyla öğretmenler, bilmedikleri bir dilin konuşulduğu köylere gönderiliyor ve oradaki gariban çocuklar da bilmedikleri bir dilde eğitim almaya çalışıyor. Korkunç, trajik ve de ister istemez komik bir durum yaşanan. Bu nasıl eğitim sistemi, bu ne biçim fırsat eşitliği, bu nasıl yıllardır göz ardı edilebilen kanayan bir yara! Bir Kürt köyünde ilkokulu bitirmek en iyi ihtimalle Türkçe ve okuma yazmayı öğrenmek demek. Öğretmen bunu başarırsa ne ala. Daha fazlası zaten mümkün değil. Tek sevinebileceğimiz şey bu konuda artık filmlerin de yasal izinlerle yapılabildiği. ‘İki Dil Bir Bavul’un sevapları, kusurlarından (mevsimler arasındaki dengesizlik ya da belgeselin dürüstlüğü tartışmaları -bkz Altyazı-) daha fazla.