Tarih: Nisan 1999
Gazete/Dergi: akrep

Ablam maraz günleri derdi Sinema Günleri (yeni adıyla İstanbul Film Festivali) için. Film festivallerini izlemek hakikaten marazi bir durumdur. Sağlıklı bir insanın en fazla üç günde bir, bir film izlemesi lazım ki seyrettiğini iyice sindirebilsin üzerine düşünsün, tartışsın; o filmi seyrettiği için hayatı değişecekse değişebilsin. Bu fırsatı kendisine ve filme tanıyabilsin. Ama gelin görün ki benim gibi film festivali marazlıları için festival sırasında üç günde bir film seyretmek hayatı ıskalamakla eşanlamlıdır. Normal öğün günde üç film civarındadır. Günlerce gün yüzü görmemekten çipil çipil olmuş gözlerle o sinemadan bu sinema koştururken kaçırdığı filmlere hayıflanır tipik bir festival marazlısı. Yeni bir film seyredebilmek için eskisini aklından çıkarması gerekir. Fırsat bulunca yeniden düşünebilir ama bu fırsat da kolay kolay çıkmaz. Ablam bu maraziliğin tipik bir parçası olmama rağmen beni eleştirilerinden muaf tutardı. Oysa ben şimdi işi ilerlettim. Yalnızca İstanbul Festivali ile yetinmiyorum artık milli de oldum. Önce Selanik derken şimdi üç büyüklerden biriyle diğerleri (Cannes ve Venedik) tanıştım. İşte Berlin:

Berlin Film Festivallerinin ilki 1951’de yapılmış. Yani bu yılki festival tam 49. suydu. Festivalin oluşturulmasındaki amaç o dönemde Doğu Almanya içinde bir adacık olan Batı Berlin’den doğuya yönelik propaganda yapmak ‘hür dünyanın değerlerini doya tanıtmakmış. Bugün artık coğrafi ya da politik bir ayrım yok. Bölünmüşlük kafalarda bir ölçüde sürüyor olsa da, Berlin kendi kendine yeni hedefler belirlemiş durumda. Avrupa’nın başkenti olmak. Berlin hep değişen bir kenti olmuştur. Savaş sonrasının yeniden inşasından sonra bu günlerde de birleşme sonrasının yeniden yapılanması sürmektedir. Yeniden yapılanmanın en iddialı projesi ise Potsdam Meydanı’nda yürütüleni. Potsdamer Platz bölünmüşlük döneminde iki kesimin arasında kalmış sahipsiz bir bölgeyeyken şimdi giderek kentin en gözde meydanına dönüşüyor. Berlin film Festivali’nin ellincisi de işte bu meydanda yapılacak olan yeni sinema kompleksinde gerçekleştirilecek. Bu yıl böylece meşhur Zoo Palast ve çevresindeki sinemalarda gerçekleştirilen son festivale tanıklık etme fırsatını bulduk.

 Amerikan sineması nereden bakarsak bakalım dünyanın en önemli sineması. Sinemaya dair en iyinin de en kötünün de beşiği Hollywood. Bunun Avrupa festivalleri içinde kendini en çok belli ettiği yerlerin başında da sanırım Berlin geliyor. Berlin’de altın ayı en çok kazanan ülke Amerika. Bu yıl da iyisi ve kötüsüyle yarışmada en çok temsil edilen ülke Amerika’ydı. Bu durum sonuçta da kendini gösterdi. Birinciliği bir Amerikan filmi olan İnce Kırmızı Hat kazandı. İnce Kırmızı Hat’ta Hollywood ünlüleri neredeyse resmi geçit yapıyordu: Sean Penn, John Travolta, George Clooney,Nick Nolte, Woody Harrelson, John Cusack vb. Ve bu kadar ünlüye karşın Hollywood’un yaptığı belki de en sıradışı filmlerden biriydi İnce Kırmızı Hat. Bir Tarkovski filmi ne kadar ticariyse Kırmızı Hat da o kadar ticari. Evet çok uzundu, bir öykü anlatmıyordu ve belki de bütün o şiirselliğin ve felsefiliğin altında çok derin bir şey de yoktu. Ama bende filmden kalan çok insani bir duygu oldu. Bu kadar çok erkek kahramanı bu kadar aşkla anlatan bir film daha seyrettiğimi hatırlamıyorum. Bu kadar ünlünün bu filmi oynamasında; ticari olmayan böyle bir filme bu kadar para yatırılmasının ardında, eleştirmenlerin çok beğendiği ama ticari açıdan başarısız iki filmin (Badlands ve Days Of Heaven) ardından 20 yıl sessiz kalan ve efsaneleşen yönetmen Terrence Malick’in adı var. Kırmızı Hat’tın birinci olması sürpriz değildi.

En iyi yönetmen ödülünü alan Stephen Frears gerçi İngiliz, ama filmi The Hi-Lo Country Amerikan yapımıydı ve Amerika’da geçiyordu. Görsel açıdan oldukça başarılı bu film gerek konusu (1945’te geçen bir Western) gerek oyuncularının performansıyla tek kelimeyle tuhaftı. İngilizlerin kotardığı ama Amerikan yapımı bir filmi olan Aşık Shakespeare’in senaristleri Mark Norman ve Tom Stoppard da bu başarılarından ötürü Gümüş Ayı ile şereflendirildiler.

Jüri Özel Ödülü Dogma 95 grubunun üyesi Soren Cragh-Jacobsen’in Mifune’sine gitti. Dogma 95 Danimarkalı beş yönetmenin imzaladığı bir ilkeler bildirgesi. Bu ilkelerin ortak noktası sinemayı mümkün olduğunca teknolojiden arındırmak, daha doğal bir hale getirmeye çalışmak. Yani bir anlamda Hollywood’un simgelediği ne varsa ondan uzaklaşmak. Bu açıdan birincilik ve ikincilik ödüllerinin Hollywood ve 95 filmleri arasında paylaşılması festivalin ilginç bir yönüydü. Doğuyla batının, sosyalizmle kapitalizmin tarihsel çatışma ve kaynaşma merkezi Berlin bir kez daha iki karşıt dünya görüşünün gövde gösterisine tanıklık etmiş oldu. Özel bir sanatsal başarı ödülü verilen bir başka yönetmen de Kanadalı David Cronenberg’di. Cronenberg her zaman olduğu gibi yine insan bedeniyle, onun deformasyonuyla uğraşıyor, oyunla gerçeğin, bedenle eşyanın (oyuncağın) içeriyle dışarının içice-dışdışa geçtiği bir gelecekten haberler getiriyordu. En iyi eşcinsel film ödülünü bir İsveç filmi, Fucking Amal kazandı. Lukas Moodysson’ın yönettiği film küçük bir İsveç kenti olan Amal’da birbirleriyle ilk aşklarını yaşayan iki yeni yetme genç kızın öyküsünü anlatıyordu. Film çok beğenildi; kapısında kuyruklar oluşan insanların biletleri olmasa da ‘olur a gireriz’ diye sinemanın önünde bekleştiği ender filmlerden biri oldu. Hiç ödül kazanmasa da seyircinin en çok alkışladığı filmlerden biri de yaşlı Usta Altman’ın yine küçük kent yaşamını konu alan Cookie’nin Hazinesi adlı filmiydi.

Bir ülke sineması olarak olmasa da Türkiyeli ya da Türkiye kökenliler de Berlin’de önemli bir yere sahipti. Öncelikle Yeşim Ustaoğlu’nun yönettiği Güneşe Yolculuk kazandığı Barış ve 

Mavi Melek ödülleri ile festivalde sivrilen birkaç filmden biri oldu. Kürti sorununu gündeme cesaretle getiren Ustaoğlu’nun filminin gösterildiği gün Apo’nun yakalanması garip Bir tesadüftü. Güneşe Yolculuk gerçekten iyi ve cesur bir filmdi: Gözaltında kaybolanlar, yakılan köyler gibi Türkiye’de konuşulması zor konuları gündeme getiriyordu. Ama bunun ötesinde çok iyi bir oyunculuk, çok iyi diyaloglar ve iyi görüntüleri, filmi iyi film yapıyor. Film büyük güvenlik önlemleri altında gösterildi. Kutluğ Ataman’ın Lola ve Bilikid’i Panorama bölümünün açılış filmiydi ki bu da en az bir ödül kazanmak kadar önemli bir olaydı. Lola Almanya’nın zencileri Türklerin kendi içindeki zincirlerini yani eşcinsel ve travestileri anlatıyordu. Lola ve Bilikid İstanbul Film Festivali’nde de Türkiye’yi temsilen yarışacak. Bir Alman ve Türk melezi olan Thomas Arslan’ın Dealer adlı filmi de festivalin resmi olmayan ama genç sinemacılara açtığı kapıyla en az diğerleri kadar önemli olan bölümü Forum’un Jüri Ödülü’nü kazandı. Kısaca Türkiye bir şekilde Berlin 99’a damgasını vuran bir ülke oldu. Almanya’da yetişen ikinci kuşak Türklerin gelecekte Alman sinemasında adlarından çok daha fazla söz ettireceklerini tahmin ediyorum. Ama Almanya’yla bu kadar yakın olmamıza rağmen birçok açıdan hala çok uzak olduğumuzu görmek üzücüydü. Etnik sorunlardan cinselliğe kafalardaki Türkiye imajı hala bizim gerçeğimizden çok uzak. Hoş bizim kafamızdaki Türkiye imajı yaşadığımız gerçeğe ne kadar yakın ki? 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com