Travmalar ve ruh hallerimiz
Yorucu bir anlatıma sahip olsa da Çağan Irmak, filminin bütün karakterleriyle empati kurmamızı sağlayan, çok insancıl ve insani bir film yapmış…
‘Karanlıktakiler’ temelde iki yaralı, çok yaralı insanın, hayata kendi yöntemleriyle, tutunabilme çabasını anlatıyor. Ama tabii ki, sakatlanmışsanız ve bu sakatlık fiziki değil de ruhsalsa, işiniz çok ama çok zordur. ‘Ruh hastası’ terimi bir hakarettir, aşağılama konusudur. Hasta olmak suçtur.
Başınıza kötü şeyler gelmiş olabilir ama ne yapalım yani, toparlamanız lazımdır. Hem herkesin başına kötü şeyler geliyor, değil mi ama? Bunları şundan yazıyorum: Filmde agorafobik, paranoyak bir kahraman var. Gülseren Hanım’ın bu durumu filmin finaline doğru açıklanıyor ve yaşadığı korkunç travmayı gösteriyor bize yönetmen. Üstelik, o dönemde genç bir kız olan Gülseren’in ailesi, Gülseren’in başına gelenlerden dolayı kendisini suçlu hissetmesi için ne lazımsa yapıyor. Çünkü, onlara göre Gülseren’in yaşadıklarının üstünü örtmek, unutmak, ailenin adını korumak adına yapılması gereken tek şey. Hatırlamak ve farkında olmak lazım olan tek şeyken.
HASTALIKLI ANNE-OĞUL İLİŞKİSİ
Gülseren’in yaşlılığındaki hastalıklı ruh hali işte bu travma ve travmanın unutturulmaya çalışmasıyla gelişmiş. Filmin sonuna doğru Gülseren’in ruh halini açıklayan bu travmanın gösterilmesinin pek beğenilmediğinin farkındayım. Çok indirgemeci geldi bu açıklama kimi arkadaşlarıma. Tabii, her travma yaşayan paranoyak şizofren olmuyor ya da her paranoyak şizofrenin geçmişinde bir travma olmayabiliyor. Ya da her hastalıklı anne-oğul ilişkisinin ardında böyle olaylar yatmayabilir. Ama filmin açıklaması neden indirgemeci olsun? Kötü şeyler, kötü izler bırakır ve kimi zaman da süreç içinde kişinin ruh halini bütünüyle belirler. Pek popüler olan ‘bizi öldürmeyen, bizi güçlendirir’ sözü kadar gıcık olduğum bir söz daha yok bu dünyada. Fiziksel olarak eğer öldürmezse, ruhsal olarak öldürür ya da sakat bırakır kötü şeyler çoğu zaman. Ama kimsenin ruh hastalarını anlamaya isteği ve sabrı yok. Ya da var da, hasta olma haliyle, somut yaşananlar arasında düz bir ilişki kurulmasına itirazı var. Travmaların, ruh hali üzerindeki belirleyici etkisi nedense kabul edilmek istenmiyor. Bana kalırsa varoluşsal bunalımlar diyerek mistifiye ettiğimiz ruh hallerinin ardında, çok anlaşılabilir, somut nedenler var. Keşke bu nedenleri bizler de unutmaya ya da görmezden gelmeye çalışmasak, Gülseren hanımın ailesi gibi. Hem toplumsal hem de bireysel olarak travmanın bin bir türünü yaşadığımız için bu çok önemli.
Evet, Gülseren hanım yaşlı ve hasta bir kadın ve oğlu Egemen’le yaşıyor. Yetişkin bir adam oğlu ama sadece yaşça öyle. Yoksa Egemen, ruhsal olarak koca bir çocuk. Egemen, evde annesinin paçasını toplarken, çalıştığı reklam ajansında da başkalarının paçasını topluyor. Özellikle de patronu Umay hanımın. Egemen’in Umay’la ilişkisi annesiyle ilişkisinin idealleştirilmiş bir hali. Umay, egemen için hem ideal anne hem de onun arzu nesnesi. Öz annesinden kurtulup, Umay ‘annesi’nin kollarına atılmak istiyor gizliden gizliye Egemen. Reklam dünyasının kurtlar sofrasında ayakta duran Umay’ın, çocuk bakıcılığı yapacak hali yok elbette.
GÜLSEREN HANIM’IN PARANOYAK DÜNYASI
Irmak, Egemen ve Gülseren’in, acımasız bir dünyada, kör, topal ayakta kalma ve kendi hayatlarını sürdürme çabalarını anlatıyor. Irmak filminin bütün karakterleriyle empati kurmamızı sağlayan çok insancıl ve insani bir film yapmış. Başta Erdem Akakçe olmak üzere, Meral Çetinkaya ve Derya Alabora gibi deneyimli oyuncuklarından çok iyi performanslar almış. Gülseren hanımın paranoyak dünyasını, geniş açılarla, renklerle oynayarak ve objektifini koyduğu yerlerle dışavurumcu denilebilecek bir biçimde aktarmış. Bu anlatım bazen yorucu olabiliyor. Ama sonuç olarak ‘Karanlıktakiler’ oldukça başarılı bir film ve insan ruhunu anlama yönünde dürüst ve samimi bir çalışma.
***
Matrak Adamlar
Yalnız, acımasız ve komik adamlar
Haftanın en komik ve hüzünlü filmi ödülünü ‘Son Veda’ya değil, ‘Matrak Adamlar’a veriyorum. ‘Matrak Adamlar’ın komikliği de, can acıtıcılığı da, daha gerçek duruyor. Ölüm, bu kez bir süre gündemin başına oturuyor ama sahnede fazla kalmıyor.
Film stand-up’çıların, komedyenlerin dünyasında dolaşıyor. Fakat bu dünya, kıskançlıkla, rekabetle, yabancı düşmanlığıyla, sömürüyle, aşılamayan ergenlik kompleksleriyle, yürümeyen aşk ve seks ilişkileriyle dolu, tatsız bir dünya. Fakat bunun ötesinde de bir şey yok gibi. Evlilik ve düzenli aile hayatı da çok çekici durmuyor. Bu da komedyen kahramanların acımasızlığını, bencilliğini bir yerde doğruluyor. Ama yanlışı doğrulamak, tatsız bir durum olduğu için, film biraz zorlama bir ‘dostluk’ yüceltmesiyle son buluyor. Filmin kahramanlarının ‘çük’leriyle ilgili ciddi kaygıları var. Hiç bu kadar çok ‘çük’ten konuşulduğunu hatırlamıyorum. Kastrasyon korkusu mudur, nedir bilemeyeceğim, bunun nedeni. Ama ergen erkek muhabbeti zaten günümüz komedisinin temeli artık. Filmin baş kahramanı George Simmons çok ama çok zengin bir komedyen. Bir gün ağır bir lökemi türüne yakalandığını öğreniyor. Aynı sıralarda kendisine espri yazması için Ira adlı amatör bir stand-up’çıyı asistan olarak işe alıyor. George, bir yandan da hayatını temize çekmeye çalışıyor. Seksten yana zengin ama aşktan yana yoksul hayatına anlam kazandırabileceğini düşündüğü tek kadın olan eski sevgilisiyle yeniden ilişki kuruyor. Ama sevgili bıraktığı yerde durmamış, Avustralyalı bir adamıyla evlenmiş ve iki çocuk yapmış.
Filmin karakterlerinin hepsi de ilginç ve akılda kalıcı. Komedyenlerin sahne performansları belki fazla Amerikalı kaçıyor ve bize hitap etmiyor ama filmin kendi içine yedirdiği yeterince komiklik var. Adam Sandler, Seth Rogen, Eric Bana ve Leslie Mann çok başarılı performanslar veriyor. İnsan ilişkilerine dair çok karanlık bir tablo çizmesine rağmen film eğlendiriyor da. Yönetmen Judd Apatow ‘Kırk Yıllık Bekar’ ve ‘Kaza Kurşunu’nu yönetmişti daha önce. Bu filmle kendini aştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmin sahne hayatı ve burjuva dünyaları eleştirisinin kısa kaldığını söylemek de lazım. Sonuçta bütün sert eleştirilerine rağmen, film hem o şov dünyasını hem de burjuva yaşamını olumlayan bir noktada duruyor, çünkü bildiği ve bilmek istediği tek dünya bu.
***
ACI
Parçalanmış hayatlar
YIkIlmIŞ, yakılmış, halkı göçe zorlanmış bir köy ve burada yalnız başına kalan yaşlı bir adam. Bir Kürt köyü, adı filmde konmamış olsa da. Adamın evine bir gün genç bir kız gelir. Ben senin torununum der. Adam kızı kovar ama kız gitmez. Zamanla aralarında iletişim başlar. İhtiyar adamın kızı ve damadı, örgüt üyesi (örgütün adı da verilmez ama tek seçenek var)oldukları için öldürülmüşlerdir. Ve tarih tekerrür etmektedir. Cemal Şan’ın sinema dilini aslında nereye oturtacağımı tam bilemiyorum. Masalsılıkla, gerçekçilik arasında bir yerlerde dolaşıyor. Böyle olmaz dedirten çok sahne oluyor filmlerinde. Fakat yönetmenin de öyle olmayacağını bildiğini düşünüyorum. Yine de neden öyle olduğunu, öyle olmasının seçildiğini anlamıyorum. Filmin adı verilmeyen örgütü ve üyelerini romantize ettiğini de düşünüyorum. Nesrin Cevadzade’de simgelendiğinde elbette çok masum ve çok savunmasız görünüyorlar. 15. ölüm yıldönümü yaklaşırken sosyalist sinema adamı, Sinematek’in kurucularından Onat Kutlar’ın o örgüt üyelerinden birinin koyduğu bombanın patlaması sonucu öldüğünü hatırlıyorum (google’a Deniz Demir ve Onat Kutlar yazıp arayabilirsiniz). Evet, devletin hesabını vermesi gerekiyor yaptığı onca zulmün, uyguladığı onca baskının. Başkalarının da vermesi gerektiği gibi.
***
SON VEDA
Veda etme sanatı
Geçtiğimiz yıl sürpriz bir şekilde En İyi Yabancı Film Oscar’ını kazanan ‘Son Veda’, bu ödülü kazanan çoğu film gibi, yılın en iyi filmlerinden biri kesinlikle değil. Ama birçok seyirciyi etkileyecektir. Japonya’da da zaten geçen yılın en çok izlenen dördüncü filmi olmuş Filmin teması ölülerle vedalaşmak üzerine kurulmuş. Daygo Kobayaşi, çello çaldığı orkestranın seyircisizlik yüzünden dağılması üzerine Tokyo’dan ayrılıp memleketi Yamagata’ya dönüyor. Daygo, klasik müzikle para kazanma ümidini de yitirdiği için, iş aramaya başlıyor. Gazetede gördüğü bir ilana başvuruyor fakat turizm acentesi sandığı yer, cenaze hizmetleri veren bir yer çıkıyor. Böyle bir işle uğraşmak, hem Daygo için hem de çevresi için çok utanç verici: Ölümden para kazanmak, namusluca gelmiyor kimseye. Karısından çalıştığı işin niteliğini gizleyen Kobayaşi’nin geçmişiyle de ilgili sorunları var. Babası, Daygo altı yaşındayken evi terk edip gitmiş. Daygo annesinin cenazesinde de bulunamamış ve bundan suçluluk duyuyor. Derken, çevresi ve karısı Daygo’nun ne iş yaptığını öğreniyor. Karısı evi terk ediyor ama Daygo, hem parası iyi olduğu için hem de işini sevmeye başladığı için işini sürdürüyor.
‘Son Veda’ ölüler için yapılan ritüellerin önemini vurgularken bunun bir yandan da hem gidenlerle hem de kişinin kendisiyle barışması anlamına geldiğini göstermeye çalışıyor. Film ağır temasına rağmen, çoğu zaman komediye de göz kırpıyor. Ölüler filmde genellikle oldukça genç ve güzeller ki bu da bu zor konuyu seyredilebilir kılmak için gerçekçilikten verilmiş bir taviz. ‘Son Veda’ nihayetinde bir ‘kendini iyi hisset’ filmi. Hayat ve ölümle ve geçinmek için katlanmak zorunda kalınan itici işlerle barıştırıyor seyircisini.
Filmin yönetmeni Yojiro Takita daha önceleri soft porno işindeymiş. Porno kısmıyla işi bitmiş ama soft’luk (yumuşaklık) baki kalmış. ‘Son Veda’ ağır konular üzerine hafif bir film sonuçta. Hiçbir temayı derinliğine ele almıyor ve her şey tahmin edilebilir bir çizgide ilerliyor. Bütün bunlara rağmen yine de seyredilebilir bir film ‘Son Veda’. Filmi izledikten sonra ritüellerin insan hayatındaki önemi üzerine de düşünmek isteyebilirsiniz belki.