TARİH: 28 Şubat 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün
Umutsuz boşluk
Yine mutsuz bir çift ama bu kez 1950’lerdeyiz. Çiftimiz bir partide tanışıyor, flört dönemini atlayıp evli ve 2 çocuklu dönemlerine sıçrıyoruz. Kadın tiyatro oyunculuğu yapıyor ama başarısız. Adam elektronik iş makinleri yani bilgisayar falan pazarlayan bir şirkette. O da başarısız ama düzenle daha uyumlu. Sekreterleri tavlamayı iyi biliyor. Derken kadın devrimci bir karar alıyor. ABD’yi terk edip Paris’e göçecekler, kadın hayallerinden vazgeçip sekreterlik yapacak, para kazanacak ve kocasına istediğini yapabilme özgürlüğü verecek. Adam ne istiyor ki? Kadın bunu bilmiyor. Kendisi olamadıysa da kocasının özel birisi olmasını umuyor. Kocasını dırdırıyla hadım edeceğine, yüceltmeyi umuyor.
Kadının bu fantazisi etkisini gösteriyor. Adam ilk kez fikirlerini özgürce savunuyor bir raporunda, atılma korkusundan kurtulunca. Ve, buyrun burdan yakın, mesleğinde yükseliveriyor. Şimdi ne olacak? Her şeyi bırakıp muğlak bir hedef peşinde Paris’e gidecek, rahat ve konforu geride bırakacaklar mı? Rahat ve konforla birlikte eşantiyon olarak yanında gelen umutsuzca boş bir hayattan vaz geçebilecekler mi? Ayrıca yeni bir çocuğa hazırlar mı? ‘Hayallerin Peşinde’ Türkçe adının aksine hayallerin peşinde koşamamanın, İngilizce adının (Devrimci Yol) aksine konformist bir yoldan çıkamamanın öyküsünü anlatıyor. Fakat şöyle bir sorunu var: Ne kadın ne de erkek insani yönleriyle çekici, hoş insanlar değil. Kifayetsiz muhterisler olarak tanıyoruz onları. Bu kifayetsiz muhterislerin bencil ihtirasları da gönül telimizde titreşim yaratmıyor. Entelektüel anlamda da filmin ne dönemin ruhuna değin ne de ilişki dinamiği denen şeye dair söylediği yeni bir şey var. Öyle olunca ızdıraplı oluyor ‘Hayallerin Peşinde’yi seyretmek. Akılda kalan da Kate Winslet ya da Leonardo di Caprio filan değil ruh hastası rolüyle etkileyici bir performans sunan Michael Shannon oluyor.