TARİH: 9 Mayıs 2015
GAZETE/DERGİ:
 Birgün

GİZLİ KUSUR
Gizli Kusur’un olay örgüsünü tam olarak anlamak için sanırım filmi birkaç kez seyretmek gerekiyor. O zaman bile, bu hedefe ulaşacağınızın garantisi yok. Yönetmen Paul Thomas Anderson’un filmleri kanımca giderek daha zor anlaşılır, daha tuhaf hale geliyor. ‘Kan Dökülecek’in ikinci yarısı (artık kaçıncı dakikasından itibarense) açıkçası bana son derece tuhaf ve inandırıcılıktan uzak gelmişti. Bir önceki eseri ‘The Master’ da acayip bir filmdi. Tam olarak derdi neydi; Scientology benzeri akımların II. Dünya Savaşı sonrası ABD’sindeki yükselişi mi, savaş gazilerinin ruhsal dengelerini yitirişleri mi, bir tür baba-oğul ilişkisi içindeki iki adamı anlatmak mıydı? Her ne olursa olsun P.T. Anderson’ın filmlerinin ABD tarihiyle bir dertleri var ve ne kadar anlaşılmaz ya da manasız olurlarsa olsunlar, insanın aklında kalan imgeler sunuyorlar.

‘Gizli Kusur’un olay örgüsünü takip etmek ne kadar zor olsa da, bunu çok sorun etmezseniz film şaşırtıcı derecede iyi akıyor. Bunun sırrı filmin sahnelerinin belirli bir atmosferinin oluşu ve oyunculukların mükemmelliği.

Filmin atmosferi için “dumanlı” desem yeterlidir belki. Filmin kafa karıştırıcılığının ardında bu “dumanlı” kafanın da yeri var. P.T. Anderson filmin yapımı sırasında bir madde kullanıyor muydu bilemem ama filmin kahramanlarının kafası çoğu zaman kıyak. Anderson bu kez ABD tarihinden 1970 senesini seçmiş. 1970 sadece yeni bir on yılın başlangıcını simgelemiyor, 68 ruhunun, “flower power” ve hippie ideallerinin sonunu da simgeliyor. Charles Manson liderliğindeki çetenin Roman Polanski’nin eşi, oyuncu Sharon Tate ve diğer dört kişiyi öldürmelerinin etkisini bugünden bakınca anlamak zor olabilir. Bu cinayetler sadece bir oyuncu ve çevresinden birkaç kişinin ölümünden ibaret değildi. Bir dönemin, bir ruhun ve ölümünün de simgeleriydi. Artık hippie’lik eski masumiyetini yitirmişti. Artık insanlar kapılarını kilitleyeceklerdi, artık gülüp oynama zamanı geçmişti. Tabii, bu cinayetlerden kârlı çıkanlar muhafazakârlar ve onların düzeni oldu. Filmde hem Manson cinayetlerinden sürekli söz ediliyor hem de Los Angeles’ın geçirdiği dönüşümün yeri geldikçe altı çiziliyor. Kentsel dönüşümün, Kızılderili, siyahi ve Meksikalı azınlıkları nasıl yerinden ettiğini ve şehrin dışına sürdüğünü, LA valisi Ronald Reagan’ın önderliğindeki özelleştirmelerin sağlık sektörünü nasıl kökünden değiştirdiğini kenarından köşesinden görüyor, duyuyoruz filmde. Tabii bunlar bize başka bir filmi hatırlatıyor. Olay örgüsü en az ‘Gizli Kusur’ kadar zor olan ‘Çin Mahallesi’ni. Bu filmin, Manson cinayetlerinin mağduru Polanski’nin olması da anlamlı. Çin Mahallesi’nde de Los Angeles’ta toprağın el değiştirmesi, su kaynaklarına el konulması gibi sosyoekonomik bir arka plan vardır. Fakat Çin Mahallesi gibi Gizli Kusur’un da asıl derdi bu meseleler değil. Gizli Kusur’un kafası kıyak dedektifi Doc (Joaquin Phoenix) bir miktar Büyük Lebowski’yi hatırlatıyor. Doc bir hippie olsa da silah kullanmayı ve kavga etmeyi bilen biri. Yine de o da Lebowski gibi manevi şeyleri hayatında paradan daha değerli görüyor. Dostluk ve aşk gibi. P.T. Anderson’ın da dediği gibi filmin asıl hikayesi Doc’un Sashta’ya aşkı. Doc ile Sashta filmin geçtiği zaman diliminde çok az birlikte vakit geçirseler de, asıl ilişkileri geçmişte kalmış olsa da, yine de filmin odağındalar. Doc’un bütün derdi Sashta’ya yardım edebilmek, belki de eski aşklarını canlandırabilmek. Bunun dışında bütün olan biten teferruat. Çok iyi çekilmiş ve çok iyi oynanmış bir film bana yeter, konusunu çok anlamasam da olur diyorsanız ‘Gizli Kusur’ iyi bir seçim. Ayrıca filmde delirmiş muamelesi yapılan ama aslında insanlaşma “kusurunu” işlemiş bir inşaatçının ağzından “barınmak bir haktır” sözcüklerini ve filmin bitiş jeneriğinin ardından 68’in ünlü sloganı “kaldırım taşlarının altında plaj var”ı görmek her gün nasip olacak şeyler değil. P. T. Anderson’ın gizli bir devrimci damarı varmış galiba.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com