TARİH: Ekim 2009
GAZETE/DERGİ: Birgün
Uzun sürmüş bir ergenlik
Filmin atlamalı, sıçramalı yapısı bir açık büfede yemek yemeğe benziyor. Arada ağzınıza lezzetli şeyler giriyor ama sonuç olarak ne yediğinizi anlamıyorsunuz…
Aşkın (500) Günü, ergenlikten tam çıkamamış, hayattaki konumunu oturtamamış bir erkeğin, âşık olduğu fakat kendisini terk eden bir kadından intikam almak için yaptığı bir film. Bunu film daha en başında ifşa ediyor. Bir yazıyla açılıyor film ve şuna benzer şeyler okuyoruz: “Bu filmdeki karakterler tamamen kurgusaldır ve gerçek hayattaki kişilerle benzerlikleri tamamen tesadüfîdir. Özellikle de seninle Mary Jane (ismi hatırlamadığım için atıyorum). Seni gidi kaltak, seni!”
Genç kadınlar babaları gibi, olgun bir erkekle karşılaşmayı bekler. Genç erkekler ise, galiba biraz anne kucağının muadili peşinde. Filmin genç kadını, kendisine cesaretle yaklaşan olgun erkeğini bulana kadar, ergenlikten çıkamamış gencimizle idare ediyor. İlişkinin adını hiçbir zaman ‘sevgililik’ olarak resmileştirmiyor. Ve aradığı erkeğe rastladığında da çekip gidiyor. Genç erkek artık asıl mesleğine sahip çıkma gereğini bundan sonra hissediyor. Bu ilişki onun olgunlaşmasının yolunu açıyor ama gerçek hayatta alamadığı intikamını bize bir sanat ürünü olarak sunuyor.
THERE IS A LIGHT THAT NEVER GOES OUT
Tom (Joseph Gordon-Levitt), mimarlık eğitimi almış ama kapasitesinin çok daha altında bir işte çalışıyor. Yaptığı iş, aptal Amerikan posta kartlarına aptal metinler yazmak. Bizde de yaygınlaşmaya başladı ama gördüğüm kadarıyla ABD’de nerdeyse üzerinde bir şey yazmayan bir kart bulmak imkânsızdır. Ne demek istiyorsanız, birileri sizin için onu yazmıştır: ‘Doğum günün kutlu olsun’ tarzında. Tom’un mimarlık yapmak yerine bu işi yapması anlamlı. Kendisini iddialı bir konumda görmeyi hayal edemiyor. Henüz kum havuzundan ayrılmaya cesareti yok. (Sahi, ben film yapmak ya da okuduğum meslekte devam etmek yerine neden film eleştirisi yazıyorum acaba?)
Ve bir gün Tom’un ofisine Summer (Zooey Deschanel) adlı pek alımlı bir kız geliyor. Tom derhal vuruluyor ama ilgisini belli etmeye çekiniyor. Ama bir gün asansörde Tom’un kulaklıklarından taşan şarkı (The Smiths’in ‘There is a light that never goes down’ı) Summer’ın dikkatini çekince, Tom benzer zevklere sahip olduğunu düşündüğü Summer’a daha tutkuyla bağlanıyor. Bu şarkının sözleri de mühimdir. Şarkıdaki özne, şarkıcı erkek olsa da pasif konumdadır. Sevgilisinin onu arabasıyla gezdirmesini, hatta onunla birlikte ölmeyi hayal eder. Şarkıdaki erkek sanki kızdır ve kız da erkektir (tabii eşcinsel bir ilişki de söz konusu olabilir). Tom’un pasifliği, olaya Summer’ın el koymayısıyla sonuçlanır. Summer nihayetinde Tom’u yatağa atar, tersi değil.
Film zaman içinde atlaya sıçraya ikilinin inişli çıkışlı ilişkisini, Tom’un gözünden anlatıyor. Summer’ın gerçekten ne hissettiğini pek anlamıyor ve anlatamıyor da. Tabii, bir şeyler biliyoruz. Summer’ın ilişkiye yoğun bir yatırım yapmadığını, başka biri çıkana kadar iyi vakit geçirmeye çalıştığını falan. Ama Summer’a karşı biraz acımasız geliyor yine de bana bu hikâye. Ama bir intikam hikâyesinden de başka bir şey beklememeli. Filmin atlamalı, sıçramalı yapısı bir açık büfede yemek yemeğe benziyor. Arada ağzınıza lezzetli şeyler giriyor ama sonuç olarak ne yediğinizi anlamıyorsunuz ya da daha doğrusu tatmin olmuyorsunuz. Bir ondan bir bundan tadayım derken yemeğin keyfi kaçıyor. Tabii bu benim fikrim, yoksa film şimdiden kült statüsüne erişti. Kadınlardan kazık yemiş bir sürü genç erkeğin duygularına hitap ettiğine göre bunda şaşacak bir şey yok. Aslında bu filmle en çok benim özdeşleşmem gerektiğini ama belki de kendimi koruduğumu söylüyor içimden bir ses. Hem The Smiths’i ve sözü edilen şarkısını çok severim, hem de filmde bolca tartışılan Beatles’ın Octopus’s Garden (Ahtapotun Bahçesi) şarkısının adını bir dönem Açık Radyo’da arkadaşlarımla yaptığım ve Cem Sorguç’un sürdürdüğü programa koymuşluğumuz var. O şarkı da ‘gölgede kalma’ isteğinden söz eder. Herrrr neyse…