TARİH:  20 Aralık 2008
GAZETE/DERGİ: Birgün

“Sonbahar”ın kahramanı Yusuf tutsaklardan biri.  Yusuf öldü ve yaşadıklarından dersler çıkarıp mücadelesini daha yetkin şekilde sürdüremedi. İş kalanlara düşüyor. Geçmişten, Yusufların deneyimlerinden bir şeyler öğrenebildik mi? Ne öğrendik?…

Ellerinde öldürücü silahlar bulunan askerler savaşa hazır bir şekilde bekliyorlar. Karşılarında kaçacak yeri ve silahı olmayan tutsak bir kitle var. Günlerden 19 Aralık 2000. Kitle tutsak ama F tipi cezaevlerine gönderilmeye karşı direnmeye kararlı. Kararlılar çünkü insan her şeyden önce sosyal bir varlıktır ve tecrit koşullarında insan olmaktan çıkar. Tutsaklar, insan olarak kalmak istiyor.

İktidarda başını hem demokratik hem de sol olduğunu iddia eden bir partinin (DSP) çektiği, ANAP’lı ve MHP’li bir koalisyon var. Başbakan ise halkçı Ecevit. Barış güvercinlerinin unutulmaz politikacısı Bülent Ecevit. Arkasında sıkı bir katliam geleneği bulunan bir siyasal çizgiden gelse de biz onu şair ve hümanist yanıyla anacağız hep, değil mi?

Neyse bu konulara girince çıkmak mümkün değil. Tüfekli, kimyasal silahlı ve iş makineli ekiplerin sözcüsü, tutsaklara “hayat kutsaldır” diye sesleniyor. “Teslim olun, yoksa öldürürüz” demek bu. Direnmeyi sürdürürlerse, öldürülerek hayatın kutsallığına saygısızlık etmiş olacak tutsaklar, yani. Öldürenler ise masum tabii ki. Onlar hayatın kutsallığını savunuyorlar. Her şey Orwell’in “1984”ündeki kadar saçma ve sahte.

 

YOK OLUŞUN ACIKLI HİKÂYESİ

“Sonbahar”ın kahramanı Yusuf (Onur Saylak) işte bu dönemde tutsaklardan biri. Açlık grevlerinden ve her türlü zulümden geçmiş ve bunların izlerini vücudunda taşıyor. Sağlığı o kadar kötü durumda ki, bu acımasız rejim bile onu serbest bırakma gereği hissediyor. Üzerinde çok konuşulmadığı gibi bir hisse kapıldığım bir şey var: Yusuf sosyalist olduğu, sosyalizmi ülkede kurmak istediği için içeriye atılıyor. Sosyalist olduğu için fiziken ve ruhen yok edilmeye çalışılıyor. Ediliyor da. İki anlamda da bir yok oluşun acıklı hikâyesi “Sonbahar.” Yusuf sadece fiziksel olarak ölmüyor, bir sosyalist, bir idealist olarak da ölüyor. Hatta bir idealist olarak öldüğü için, fiziksel olarak da ölüyor demek mümkün belki de. Yaşamak için yeterince çaba harcayamıyor Yusuf. Film belki de şu soruyu soruyor: SSCB’nin kapitalistleşerek çökmesinin ardından, ülke içinde de güçlü bir sosyalist siyasal odak yokken, travmatize edilmiş bireyler ne yapabilirler (di ki)?

 

ANA KUCAĞINA DÖNÜYOR

Travmatize demişken: Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” adlı nefis kitabı şiddetli travmanın toplumları ve bireyleri gerilettiğinden (regresyona soktuğundan) da söz ediyor. Regresyondan kastım çocuksu bir duruma dönüş; yani annenin-babanın koruması altına girme isteği gibi… Yusuf hapisten çıkınca ana kucağına dönüyor. 12 Eylül şiirlerinde ve şarkılarında “anne”ye bu kadar çok seslenişin bir nedeninin bu regresyon olduğunu düşünüyorum. Yusuf’un ana kucağına dönüşü de sadece fiziksel rahatsızlığından ya da gidecek başka yeri olmadığından değil, ruhen travmaya uğramışlığından da kaynaklanıyor. Yusuf hapisten çıkıyor ama hapis Yusuf’tan çıkmıyor. 

Yusuf’u dışarıda ideallerini sürdürebileceği bir dünya beklemiyor. Arkadaşlar dağılmış, gitmiş. Sovyetlerin eski idealleştirilen buz dansçıları artık fuhuş için Karadeniz sahillerindeler. Eski “önder”lerinden biriyle konuşuyor Yusuf. Eski önder artık bir aile babası, işinde gücünde, çocuklarının derdinde. Hâlâ “yaşanması gerekirse yine yaşanır” filan diyor ama “sonuç bu küçük burjuva hayatıysa niye yine yaşanır ki onca acı?” diye soruyor insan. Yusuf bunca acıyı niye çekti? Yusuf enayi miydi? O da bir iş ve aile kurup yaşamayı bilirdi. Kısacası Yusuf’un içeride ayakta tutmaya çalıştığı ideallerinin dışarıda bir karşılığı yok. Yusuf bundan dolayı ölmek zorunda, hasta olduğu için değil. Bedeninden önce idealleri yok olduğu için… Peki o idealler gerçekten yok oldu mu? Daha Yusuf’un ölümünün ardından bir yıl geçmeden Marx’ın kitapları en çok okunan listelerinde başa güreşmeye başladı. (“Sonbahar”ın resmi sitesinde Yusuf’un 22 yaşındayken hapse giriş tarihi 1997 olarak veriliyor. 10 yıl da içerde kaldığına göre çıkış tarihi 2007) Ama ne yazık ki Marx okuyan bu yeni kuşak onlara bir şeyler devredecek eski bir kuşak bulmakta zorlanacak. Onlar adımlarını daha iyi atarlar, daha sağlam yere basarlar ve talihleri de daha yaver gider diye umalım.

Yusuf’u annesinin Doğu Karadeniz dağlarındaki evlerinin kapısında yaşlı köpeği karşılıyor. O köpeğin, kafasını kaldırmadan kuyruğunu sallayışı o kadar manidar ki… Yusuf köyü terk edemeyen tek yaşıtı Mikail’le takılıyor. Eka (Megi Koboladze) adlı bir Gürcü fahişeyle arkadaşlık kuruyor. Yusuf’un Eka’dan da beklentisi sanki anaç bir kucak. İkili nihayetinde sevişmelerinin ardından cenin pozunda yatıyorlar. Belki Eka da aynı şeyleri yani çocuklaşmayı özlüyor. Onun yaşadığı travma da az değil. Sosyalizmden vahşi kapitalizme ve de bireysel olarak fuhşa bu kadar ani bir düşüşü kaldırmak kolay olmasa gerek.

 

DALGALARA DOĞRU YÜRÜR

Yusuf’un çevresiyle iletişim kuramamasını film çok başarılı bir biçimde veriyor. Bambaşka kuralların işlediği bir dünyadan bir diğerine geçiş kolay değil. Yüzeysel adamlar için kolaydır, onlar car car car konuşurlar her ortamda. Bağlanmasını da, kendisiyle hesaplaşmasını da bilenler için zordur konuşmak. Üstelik Yusuf kiminle konuşacak? Annesine, yaşadığı işkenceleri mi anlatacak? Eka’ya açılır açılabildiğince ve âşık da olur. Belli ki Eka da ona. Bu son aşk Yusuf’u canlandırır gibi olur ama Yusuf ölmeyi sanki yaşamaktan daha çok istemektedir. Doğanın kendisini yutmasını arzular gibi, üzerine üzerine gelen dalgalara doğru yürür.

Yusuf öldü ve yaşadıklarından dersler çıkarıp mücadelesini daha yetkin bir şekilde sürdüremedi. İş kalanlara düşüyor. Bizler geçmişten, Yusufların deneyimlerinden bir şeyler öğrenebildik mi? Ne öğrendik?

Nihayetinde “Sonbahar” önemli ve etkileyici bir film. Görüntü yönetimi birinci sınıf. Ses en büyük sorunu, bazı konuşmalar anlaşılamıyor. Temposu da bazen sarkıyor filmin, bazen fazlasıyla yavaşlıyor veya tekrarlıyor kendini (doğa ve tekrar doğa). Ama sonuç olarak sinemamızın son yıllarda ürettiği en güzel filmlerden biri yine de “Sonbahar”.

  • ‘2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus’ adlı 68 sonrasına dair Alain Tanner filmine saygıyla. Yusuf, 2000’de ölmüyor ama ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ sırasında 25 yaşında.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2020 -CuneytCebenoyan.com